Add to Flipboard Magazine.

25 Temmuz 2008

ERGENEKON’UN İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AYAĞI


“Ergenekon Terör Örgütü” tabir edilen örgüt için Başsavcılık tarafından hazırlanan iddianame 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. Bizi iddianamenin hukuki süreci ilgilendirmiyor; yalan yanlış Medyatör-MEMEciler bu süreci tartışacak ve kafaları yeterinden fazla karıştıracak.

Ancak, iddianamede bulunan iletişim sektörü ile ilgili iki konu dikkatimizi çekiyor: İlhan Selçuk gibi “darbe” uzmanı bir medyacının, “av tüfeği ile silahlı terör örgütü” kurması suçu ile yargıç karşısına çıkartılmasını, Türkiye’deki hukuk düzeni ile alay etmek olduğunu düşünüyoruz. İddianamenin bir başka yerinde yer aldığı şekli ile, Türkiye’de üç dört televizyon kanalının (bu kanallar iddianamede, Kanal B, ART, Kanal Türk-eski ve Ulusal Kanal olarak geçiyor) “yıkıcı” programları ile ekonomik kriz çıkartılmasını sağlayarak, İlhan Selçuk’un “ruhsatsız av tüfeği ile kurduğu silahlı örgüte zemin sağlayarak” AKP iktidarını (hükümeti) alaşağı edeceğini iddia etmenin de, ne kadar komik olduğu söylemeden geçemeyeceğiz.

Bu davada, Vistilef olarak, bizi ilgilendiren, davanın hem yukarıda özetlediğimiz “medya” boyutu, hem de İstanbul Üniversitesi boyutudur. Davada sanık olarak 10 yıl hapis istemi ile yargılanan Vedat Yenerer adlı genç gazeteci, hiç bir deneyimi ve niteliği olmadan, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde, tutuklanmadan önce öğretim görevlisi olarak çalıştı. Kim bu görevi ona vermişti? Neden? Yine, Ümit Sayın adlı doçent, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü elemanıydı. İddianamede, rektör ile yaptığı telefon görüşmeleri kayıtları var. Davada, “Ergenekon Terör Örgütünü kuran ve yöneten” kişilerden biri olarak tutuksuz yargılanan Kemal Alemdaroğlu da, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, “üniversitede yaptığı hukuk dışı işlemler” nedeniyle görevinden alınan İstanbul Üniversitesi’nin eski rektörüydü. İstanbul Üniversitesi rektörleri arasında görevden alınan ilk rektör ünvanına sahip oldu.

Vistilef olarak Kemal Alemdaroğlu’na karşı dimdik durduk; onun hukuk dışı işlemlerini eleştirdik ve rektör olarak, sanki rektör üniversitenin “yaratanıymış” gibi, herkesi “azarlayarak aşağılaması” türünden bir öğretim üyesine yakışmayacak davranışlarının ve sözlerinin cevaplarını, yasadışı olarak katıldığı Fakülte kurullarında verdik. Azarlamaktan başka bir şey bilmeyen bir rektör olarak, koskoca İstanbul Üniversitesi’ni, sinmiş, ürkmüş, korkak bir “akademisyen memurlar” cehennemi yapmasına ses yükselttik. Ancak, yiğidin hakkı yiğide: Kemal Alemdaroğlu için iddianamede yer alan suçlamayı da çok komik buluyoruz: Kanımızca, K. Alemdaroğlu’nun “Ergenekon Terör Örgütünü kuran ve yöneten” kişi olarak suçlanması mümkün değil; çünkü Alemdar Kemal, ses çıkartmaktan ürken ve bilimsel cesareti olmayan “akademisyen memurlardan” oluşan bir üniversiteyi bile yönetemedi, nerde “silahlı örgüt” kurup, “darbe” yapıp Türkiye’yi yönetecek!

Bu maruzatımızı Savcılığa arz ediyoruz.

DARISI İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ BAŞINA: ALTI AY KALDI...

REKTÖR LİSTELERİ İÇİN YÖK BİLDİRİSİ
Vistilef'in Notu: Destekliyoruz...

"Son günlerde 21 üniversitenin rektör seçimleriyle ilgili olarak yazılı ve görsel medyada çeşitli haberler yayınlanmakta, kamuoyu hiçbir resmi açıklamaya dayanmayan eksik ve yanlış bilgilerle meşgul edilmektedir. Yapılan yorumlarda, siyasi düşüncelerle bazı adayların tasfiye edildiği, cinsiyet ayrımcılığı yapıldığı, rövanş alındığı gibi mesnetsiz ve gerçekle en ufak bağlantısı olmayan yorumlar yapılarak Yükseköğretim Kurulu haksız yere töhmet altında bırakılmaktadır.
Bilindiği üzere Yükseköğretim Kurulu görev süreleri Ağustos ayında dolacak olan 21 üniversitenin rektörlük seçimlerini yasanın kendisine verdiği yetkiler doğrultusunda yürütmüştür. 21 Temmuz 2008 Pazartesi günü gerçekleştirilen Genel Kurul toplantısında üniversitelerde yapılan seçim sonucunda her bir üniversite için Yükseköğretim Kurulu’na bildirilen 6 aday, yapılan gizli oylamayla 3’e indirilerek Cumhurbaşkanlığına iletilmiştir. Toplantı sonrasında yapılan açıklamayla, Cumhurbaşkanlığına bildirilen rektör adayları ile ilgili herhangi bir açıklama yapılmayacağı duyurulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı, Bakanlar Kurulu ve Üniversitelerarası Kurul kontenjanlarından atanan üyelerden oluşan Yükseköğretim Kurulu, bu oylama için 20 üye ile toplanmış ve Cumhurbaşkanlığına gönderilecek rektör adaylarını belirlemiştir.
Bu belirleme öncesinde rektör adaylarından, akademik özgeçmişlerinin yanısıra aday oldukları üniversitelerle ilgili gözlemledikleri temel sorunlara ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerine ilişkin görüşleri yazılı olarak alınmış, kamuoyuna açıklanan bir takvim doğrultusunda tüm kurul üyelerinin katılımıyla bütün adaylarla görüşmeler gerçekleştirilmiş, aday belirleme oylaması bu sürecin sonunda yapılmıştır.
Yükseköğretim Kurulu önceki yıllarda, yasanın kendisine verdiği yetki ve sorumlulukla, yapmış olduğu rektör adayı belirleme oylamalarında bazı üniversitelerde sıralamaları değiştirmiş, bazılarında da üniversitelerden en yüksek oyla gelenleri Cumhurbaşkanlığına gönderilen listenin dışında bırakmıştır.
21 Temmuz 2007 tarihli oylamada da, üniversitelerimizden gelen seçim sonuçları çoğunlukla aynı sıralamayla kalmış, bazı üniversitelerimizde Kurul üyelerinin oyları doğrultusunda geniş bir mutabakatla değiştirilerek Cumhurbaşkanlığına gönderilmiştir. Diğer konularda olduğu gibi rektörlük seçim süreci de yasaların belirlediği şekilde, Yükseköğretim Genel Kurulu’nun uyumlu çalışmasıyla sonuçlandırılmıştır.
Bu sebeple, rektörlük seçimleri ile ilgili yapılan bazı haber ve yorumların kasıtlı haksız ve yanlış olduğu değerlendirilmektedir."

YÖK BAŞKANLIĞI

20 Temmuz 2008

Faşizm içimizde


Osman Çakmakçı, Radikal Kitap Eki

Veysel Batmaz'ın derlediği 'Otoriteryen Kişilik', toplumsal cinnete gittiğimiz şu günlerde, bin yıldır içinde yaşadığımız otoriteyle ilişkimizi sorguluyor...:


Sizi bilmem ama ben ağzım açık şaşkınlıkla ve hatta dehşetle izliyorum. Sadece son yıllarda olan olayları da değil, çünkü bu olayların, toplumsal hezeyanın linç kültürüne evrildiği onyılları yaşayıp izledim.
Toplum büyük bir iştihayla kendinden geçmiş, linç etmek istiyor (TAYAD'lıları hatırlayın; Trabzon'daki, Eskişehir'deki olayları), Malatya'da çocuk yuvasında çocuklara reva görülen acımasız davranışları hatırlayın (ki o kadınlar bizim annelerimiz, kardeşlerimiz, her halleriyle, giyimleriyle kuşamlarıyla 'ortalama' insan profilimize uygundular). Peki nasıl oluyor da insan bir başkasının hayatına son verme ya da çocuklara eziyet etme raddesine geliyor? Kendi halinde halim selim insanlar bir de bakıyoruz ki canavarlaşıyorlar; beklenmedik ölçüde şiddete eğilimli oluyorlar. Araştırılmaya değer bu konu elbette ki sosyal psikoloji tarafından araştırılmış, araştırılmaya da devam ediyor. Frankfurt Okulu'nun önde gelen isimlerinden Adorno'nun pek ünlü Faşizm Skalası (F Skalası) içimizdeki otorite düşkünlüğünü, otoriteye eğilimimizi 'ölçmeye' yönelik bir araştırma yöntemi. Darbe anayasasını yüzde doksan iki gibi bir oranla onaylayan bir halkın mensubu olarak hepimizin içimizde besleyip büyütüp özenle yaşattığımız otoriter kişiliğin özelliklerini, niteliğini merak etme gibi bir hakkı var elbette. Böyle bir ihtiyaca karşılık Salyangoz Yayınları'ndan çıkan Otoriteryen Kişilik adlı kitap size yardımcı olabilir. Hele toplumsal bir cinnete doğru gittiğimiz bu günlerde (ki bu günlerin sonu gelmedi, gelmeyecekmiş gibi de görünüyor). İçimizdeki faşizmi kim nasıl besliyor, bu gibi soruların cevaplarını hiç olmazsa aramaya girişmede katkısı olabilir.

Güce tapanlar

Prof. Dr. Veysel Batmaz'ın derleyip yayına hazırladığı, bir de altmış sayfa kadar ("Adorno'nun Sarkacı" başlıklı) uzunca bir giriş yazdığı kitapta Nevitt Sanford, Stanley Milgram, Muzaffer Şerif ve Salomon Asch'ın dilimizde ilk kez yayımlanan beş makalesi yer alıyor. Bu makalelerin her biri konuya belli bir açıdan yaklaşıp belli oranda çözümler üretirken ülkemizde adı yalan yanlış bilinen çeşitli yöntemlerin ilk elden ifadesine de ulaşabiliyoruz. Kitabın incelediği otoriter kişilik, yani daha düz bir dille söylersek faşist kişilik, yine kitapta anlatılanlara göre evrensel bir nitelik taşımayabiliyor, yerel ve ulusal özellikler gösterebiliyor ve kökeninde aile içi eğitim olduğu kadar gündelik ilişkilerimizin matematiği de etkili oluyor. Kararlarımızı sandığımız gibi hiç kimseden etkilenmeden, kendi özgür irademize göre verdiğimizi sanmamız külliyen bir yanılsama, aksine "büyük bir oranla, toplumsallık içindeki karar ve normlarımızı başkalarına bakarak ve otorite zannettiğimiz ve çoğunluk olarak bize çeşitli baskılar kuran veya kurabilen kişilere göre veriyoruz." (s. 36)


Otoriter kişilik psikoanalitik bir kökene sahip olduğu kadar aynı zamanda sosyolojik anlık ve durumsal bir davranış. Dolayısıyla konuya birey bazında yaklaşılabildiği gibi toplumsal, ekonomik ve kültürel temelde de ele alınabiliyor. Zaten araştırma alanındaki tarih boyunca uygulanan yöntemler ve izlenen yollar bu iki ana çizgi üzerinde gidip geliyor. (Yazıyı yazarken nedense aklıma hep Elias Canetti'nin Kitle ve İktidar (Ayrıntı Yayınları) kitabı geliyor. Bu kitapla eşzamanlı olarak okuyabilirsiniz Canetti'nin kitabını.) Peki otoriter kişilik nasıl tanımlanıyor.

Bir de buna bakalım: "Hoşgörmezlik, otoriteye boyun eğme, milliyetçilik, kurallara körü körüne bağlanma, dogmatiklik, sevgi yerine kuvvet ilişkilerine değer verme, tutuculuk, ayırımcı önyargı ve etnosantrizm gibi özellikler" otoriter kişiliğin bileşenleri olarak sayılabilir. Yani otoriter (yetkeci) kişiliğin kökeninde ağırlıklı olarak hayali değerlere inanç yatıyor ya da değerlerin aşırı yüceltilmesi. Kısaca söylemek gerekirse, kitapta yer alan beş makale, otoriteryen (faşist veya yetkeci) kişilik yapısının bir kişilik örüntüsü olarak ve/veya grup içi baskı biçiminde nasıl ortaya çıktığını ve ne tür sonuçlara varabileceğini deneysel olarak ama evrensel açılımlar yaratarak anlatıyor. Aynı zamanda da klasikleşmiş metinler bunlar. Kulaktan dolma bildiğimiz ya da belki de hakkında hiç düşünmediğimiz ama düşünmemiz gereken bir konuda bizi aydınlatmayı deniyorlar. Tarihimiz boyunca, neredeyse bin yıldır iç içe yaşadığımız otoriteyle ilişki biçimimizi değerlendirmek ve otoriteye boyun eğenlerin aslında içlerinde otoriteye taptıklarını görmek istiyorsak kitap bire bir.

· OTORİTERYEN KİŞİLİK Derleyen: Veysel Batmaz, Salyangoz Yayınları, 2006, 208 sayfa 10 YTL. 26/05/2006

11 Temmuz 2008

HERKES OLMAYACAK DERKEN...

REKTÖR PARLAK’A İKİNCİ DÖNEM FIRSATI !

Herkes İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut PARLAK’ın yaş haddinden ikinci dönem rektörlüğe aday olamayacağını düşünürken, 2547 sayılı Yasanın bazı maddelerini değiştiren, 18.06.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5772 sayılı Yasanın 8. maddesine göre, Rektör PARLAK, ikinci dönem de aday olabilecek. Çünkü, 5772 sayılı Yasanın 8. maddesi “30 uncu maddede öğretim üyeleri için öngörülen emeklilik yaşı, 1/3/2006 tarihli ve 5467 sayılı, 17/5/2007 tarihli ve 5662 sayılı, 22/5/2008 tarihli ve 5765 sayılı kanunlarla kurulan Devlet üniversitelerinde görev almaları şartıyla yetmişiki yaşın doldurulduğu tarihtir. Bu uygulama, 31 Aralık 2015 tarihine kadar devam eder.”
(http://www.yok.gov.tr/duyuru/yuksekogretimkanundadegisiklik.htm) hükmünü getirmektedir. Buna göre, 2547 sayılı Yasanın 13. maddesinde yer alan “rektörlerin yaş haddi 67 yaştır. Ancak rektör olarak atanmış olanlarda görev süreleri bitinceye kadar yaş haddi aranmaz.” hükmü geçerliliğini korusa da ve aynı zamanda YÖK yayınladığı en son Rektör Adayı ilanında “c) Rektör olarak atama işleminin ikmal edildiği tarih itibarıyla 67 yaşını tamamlamamış olması, şartları aranacaktır. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa18.6.2008 tarihli ve 5772 sayılı Kanunla eklenen Ek Madde 55’in ikinci fıkrası hükmü, rektörlük görevi bakımından dikkate alınmayacaktır.” (http://www.yok.gov.tr/duyuru/ilan30haz08.htm) demesine karşın, konu Vistilef hukukçularına göre, ortadadır. Rektör PARLAK, eğer 72 yaşına kadar üniversite öğretim üyeliği yapabilecekse, ikinci dönem de aday olabilir, çünkü, 2547 sayılı Yasa’nın rektörlere getirilen 67 yaş sınırı, 30. maddedeki yaş sınırı nedeniyle 67’dir. Bu yaş sınırı, 5772 sayılı Yasa ile 72’ye çıkartıldığında, normal olarak rektörlük yaşı sınırı da 72’ye çıkacaktır. Yasa, öğretim üyelerine eşit davranmak zorundadır.

Vistilef olarak hararetle, heyecanla ve hazırlıklı olarak Prof. Dr. Mesut PARLAK’ın, 5772 sayılı Yasa ile kendine tanınan hakkı, rektörlüğe ikinci kez adaylığını ilan ederek kullanmasını bekliyoruz. Üç dönem Prof. Dr. Nükhet Güz ve Prof. Dr. Tayfun Akgüner’in ricası ile desteklediğimiz; bizi sürekli köstekleyen bir rektöre bu kez nasıl davanırız, orası meçhul. Ancak şurası çok açık ki, bizi köstekleyen, sürekli desteklediğimiz ve sürekli “hukuka aykırı işlemler” yapan rektörün ikinci dönem adaylığını tam gücümüzle destekliyoruz. Hukuki sorunları olursa, çözeriz.

Bu seçim, seçim olacak...