Add to Flipboard Magazine.

28 Aralık 2007

YENİ YILDA KIPIRDANIN BİRAZ...

Sizi, işsiz kalacağınız bir mesleğe mi hazırlıyorlar, denetiminiz altına alacağınız hayata mı? Bu üniversite rektörlerin değil; sizin...

Haydi Öğrenciler Göreve...

Öğrenci Konseyi mi, Kurtlar Vadisi mi?

Ülkemizde, YÖK, Rektörler, Öğretim Üyeleri konuşulurken, gözden kaçan önemli bir sistem, Ulusal Öğrenci Konseyi. Tüm üniversitelerde seçilen Öğrenci Birlikleri'nin temsilcilerinden oluşan bu konsey, yıllardır bir kısır döngünün içerisine sokulmuş durumda... iyibilgi özel.com’dan bir yorum:

http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=48023

Ülkemizde üniversitelerin içinde bulundukları durum, akademik ve sosyal başarıları, dünyadaki sıralamaları, YÖK’ün üniversitelere karşı tutumu gibi tartışmalar hep gündemde. Bu tartışmalar genellikle YÖK, Rektörler ve Öğretim Üyeleri’nin tutumları, görüşleri, yaptırımları üzerinde yapılıyor. Burada unutulan ve es geçilen çok önemli bir nokta, üniversitelerdeki öğrenci oluşumları. Bu oluşumlara örnek olarak üniversitelerin bünyesinde kurulan öğrenci kulüpleri, öğrenci dernekleri verilebilir. Fakat, tüm bu kulüp ve derneklerin üstünde, Üniversitelerin Öğrenci Birlikleri ya da Konseyleri var ki, çok ortalarda gözükmeselerde aslında çok önemli misyonlar yüklenmiş durumdalar. İşte, AB’ye uyum sürecinde başlatılan Ulusal Öğrenci Konseyi’de, Türkiye’de ki tüm öğrenci konseylerinden gelen temsilcilerle oluşturulan ve tüm Türkiye’yi temsilen de bir başkanın seçildiği oluşum.

Fakat Ulusal Öğrenci Konseyi; yıllardır bir kısır döngü içerisinde ve kimse bunun farkında değil. Bu durumdan rahatsız olan bazı öğrenciler hariç.

Öğrencilerin demokratik seçimlerle kendilerini temsil edecek öğrencileri belirledikleri sistem, Türkiye’de ve Dünya’da tüm üniversitelerde uygulanıyor. Türkiye’de ki üniversitelerde de, oluşumlardaki bazı teknik değişiklikler haricinde, bu sistem var. Yılın belli bir döneminde üniversitenin öğrencileri sandık başına gidiyor, kendilerini temsil edecek bir ya da birkaç öğrenciyi seçiyorlar. Bu oluşumlar yani Öğrenci Birliği ya da Öğrenci Konseyi dediğimiz oluşumlar, öğrenciler ve idare arasında köprü vazifesi görmek, öğrencilerin her türlü sorun ve görüşlerini değerlendirerek hayata geçirmek gibi çok önemli misyonlara sahipler. Bundan sonraki adım ise, AB’ye uyum sürecinde getirilen Ulusal Öğrenci Konseyi sistemi.

Tüm üniversitelerin, seçilmiş Öğrenci Birlikleri yılın belli zamanlarında toplanıyor, ülkedeki üniversiteler adına neler yapılabileceğini tartışıyor, görüş alışverişinde bulunuyorlar.
Her sene bir de başkan seçiliyor. İşte bu noktada, bazı gruplar bunu bir iktidar savaşı haline getirmiş durumdalar. Özellikle; kendilerini “ülkücü” olarak tanımlayan bazı gruplar, her sene özellikle devlet üniversitelerinde, hangi üniversitede kimlerin temsilci seçileceğine kadar teşkilatlı çalışıyorlar, sonrasında da bu “belirlenmiş” temsilciler sayesinde istedikleri kişiyi başkan seçiyorlar ya da seçtiriyorlar. Bu noktada, geçmişte bu grubun karşısına bazı adaylar çıkmış fakat antidemokratik yollarla bu adaylar bertaraf edilmiş ve bu karşıt görüşteki üniversitelere karşı tavır alınmış. Mesela, bu karşıt görüşteki öğrencilerin oluşturduğu öğrenci birliklerine, toplantılar, seçimler haber verilmiyor ve ya kasıtlı olarak geciktiriliyor, böylece aday olmaları engelleniyor, Ulusal Öğrenci Konseyi haberlerinin yer aldığı mail grubuna dahil edilmiyorlar, faaliyetlerden özellikle uzak tutuluyorlar.

Özellikle, sadece üniversitelerin ve öğrencilerin faydasına çalışması gereken bir oluşumda bu türden, kısır siyasi tavırlarla hareket edilmesi, bunun bir iktidar savaşı haline getirilmesi, yine öğrencilerin ve üniversitelerin zararına oluyor.

Bundan birkaç yıl önce, bu kısır döngüye dur demek ve demokratik bir Ulusal Öğrenci Konseyi’nin önünü açmak adına Sabancı Üniversitesi Öğrenci Birliği’nin organize ettiği, İstanbul’daki bir çok üniversitenin de katılımıyla, İstanbul Öğrenci Birlikleri (İSÖB) adı altında bir konsey oluşturulmuş. Bu sayede İstanbul’dan sadece tek bir aday çıkarılıp en azından ciddi bir rekabet ortamı oluşturulması amaçlanmış. Ankara’daki ODTÜ gibi köklü bazı üniversitelerin de desteğini alan grup, seçim esnasında bu desteği oya dönüştüremeyince kaybetmiş.
Şimdi, bu oluşumun tekrar hareketlenmesi ve hayata döndürülmesi adına bazı çalışmalar yapılması planlanıyor. Değişen ve demokratikleşmesi umulan YÖK ile bu konunun paylaşılıp, bu kısır döngünün kırılması adına somut adımlar atılması bekleniyor. Bu konuyla alakalı gelişmeleri takip ederek önümüzdeki günlerde nelerin değişeceğini hep birlikte göreceğiz…

20 Aralık 2007

Üniversiteyi yanlış minvaller üzerinden tartışmak!

Medyadan izlediğimiz kadarıyla, ne yükseköğretimi temel alan tartışmalarda ne de YÖK üzerinden üniversitelere yöneltilen eleştirilerde, ortaya konan sağlıklı çözüm önerileri mevcut değil. Hatta ve hatta, üniversitelerin karşı karşıya bulunduğu çıkmazlar konusunda gerçekçi ve doğru saptamalar dahi yok!

Zaman zaman, başını Eğitim-Sen ile benzeri meslek örgütlerinin çektikleri görüşler gündeme gelmekle birlikte, bunlara da o bildik azgelişmiş ülke marksistlerine yönelik klişeler hakim: 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK, vs. vs. vs… Çeyrek yüzyılda duvarlar yıkıldı, bloklar çöktü, sistemler tasfiye oldu, dünya değişti ama bu kafa her daim aynı yerde sayıyor!

Ya da, İslamcı ve laikçi kesimler arasındaki türban odaklı tartışmaların harareti, yükseköğretimde diğer tüm sorunların üzerini örtüyor.
***
Bugün üniversitenin önündeki açmazlardan başlıcası, kendilerini entelektüel anlamda bilgiye ve öğrencilerine adamış akademisyenler için [bir zamanlar] huzur dolu sığınaklar olan bu merkezlerin, söz konusu özelliklerini artık yitirmeleri ve giderek piyasa ortamında ticarileşmeleri!

Üretim faaliyetlerine yönelik olarak bilginin giderek metalaşmakta olduğu ve bu nedenle de bilgi toplumu olarak adlandırılan günümüzde, üniversiteler piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda özel sektörle kolayca eklemleşebilmektedir. Bunun geleceğe yönelik en ciddi sonucu da, temel misyonları olan “eğitim”in yerini “piyasa” ve “karlılık” gibi yeni paradigmaların almasıdır…
Bu durum gelecekte, hem üniversitelerin kendisi hem ülkenin geleceği hem de gençler için oldukça vahim sonuçlara yol açacaktır.

İşte bu konuda bazı saptamalar:
* Üniversiteler, toplumun gözündeki saygınlıklarını sağlayan “hakikati arama”, “eleştirel olma” ve “sorgulama” gibi özelliklerini hızla kaybetmekteler…
* Akademisyenler, “öğrenme ve öğretme sorumluluğunu” öğrencileriyle paylaşan yol göstericiler olmaktan çıkarak, yarı zamanlı olarak ders veren ve çalışma saatlerinin büyük kısmını piyasa araştırmalarına yönelten Ar-Ge elemanlarına dönüşmekteler…
* Akademik idealler, iş dünyasının talepleri karşısında adım adım gerilerken; eğitim hedeflerinin şirket stratejileri ile uyumlaştırılması sonucunda üniversiteler, hakikati arama yolunda disiplinler arası entelektüel uğraş alanları olmaktan çıkarak, piyasa araştırmaları yapan hizmet şirketlerine dönüşmekte…
* Araştırma ve çalışma konularının bireysel ve/ya akademik tercihler doğrultusunda özgürce seçilebildiği dönemler sona ermekte. Bu alanların neler olacağına, piyasa talepleri ve yeni trendler doğrultusunda piyasa güçleri karar vermeye başlıyor. Bunun en güzel örneği, “temel ve kuramsal” araştırma konularının yerini “uygulamaya” dayanan araştırma projelerinin alması. Araştırma önceliğinin uygulamalı alanlara kaymasıyla da, üniversitelerde “girişimci akademisyen” olarak adlandırılan bir tip hakim olmaya başladı…
* Özel sektör ile işbirliğinin, -finanse edilen çalışmalardan elde edilen bulguların rakip firmalara sızmasını önlemek için- bir gizliliğe yol açması. Böylece meslektaşlık ilişkilerinin sekteye uğraması yanında, bilimsel buluşlar ile entelektüel öğretilerin ortaya çıkış sürecinde önemli bir role sahip olan sinerjinin ortadan kalkması, araştırmalarda lüzumsuz tekrarların artması ve benzer çalışmaların yinelenip durması. Yani, bir taraftan bilimin seyri gecikirken diğer taraftan da meslektaşlık ilişkileri ile güvenin altının oyulup, önceden mevcut olmayan bölünme ve gerilimlerin ortaya çıkması…
* Üniversitelerin, maaşlarını kendisinden alan ancak beceri ve bilgi birikimlerini özel şirketlere pazarlayan akademisyenler için sıçrama tahtası haline dönüşmesi. Bu yolla üniversiteler, kendi kadrolu elemanlarını istihdam eden piyasalar karşısında çifte kayba uğramaktalar: Hem mesailerinin ve uzmanlık bilgilerinin büyük kısmını kendilerine ayırmaktan vazgeçmiş olan elemanlarına maaş ödemeye devam ediyorlar hem de kendi bünyelerinde gerçekleştirebilecekleri birçok faaliyeti kendi elemanları yoluyla özel sektöre kaptırıyorlar…
* Bir yandan öğrencilere diplomalarının piyasada kaç para edeceği enjekte edilirken diğer yandan da özel sektör -sağladığı istihdam koşulları ve sunduğu ücretlerle- ders programları ile içeriklerini derinden etkiliyor. Öğrencilerin kendi geleceklerine yatırım amacıyla öğretim “satın alma”ya teşvik edilmeleri ve kaliteli/ufuklarını geliştirecek dersler yerine sadece gerekli diploma ve belgeyi edinmekle ilgilenmeleri nedeniyle, neyin öğretilip öğretilmeyeceğine artık akademik yargılar değil piyasalar karar veriyor. Ticarileşmenin, eğitim ve araştırmayı temel hedef olmaktan çıkartıp kimi pratik hedeflere götüren bir araç haline dönüştürmekte olduğunun en karakteristik örneği, iktisat fakültelerindeki “çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri” bölümlerinden çoğunun adlarını “insan kaynakları” bölümü olarak değiştirme yönündeki hummalı çabaları…
* Üniversitenin, piyasaların beklenti ve talepleri doğrultusunda belli alanlarda uzmanlık bilgisi ile diploma veren meslek yüksek okuluna dönüşmesiyle, entelektüel bir yalıtılmışlık da kendini göstermekte! Bunun en büyük handikabı da; bilgiyi, çevremizdeki dünyanın bütünsel bir şekilde kavranmasını ve gerçekliğin kapsamlı tasvirini sağlayacak şekilde bütünleştirme yeteneğinden yoksun öğrenciler üretmesidir…

***
Aslında, örnekler bu kadarla sınırlı değil! Bunlar, sadece ilk akla gelenler…
Sonuç olarak, vergisini düzenli olarak ödeyen sokaktaki adamın, hem toplumsal çıkarlara yönelik bilgi üretme hem de öğrencilerine sorumluluk ve etik sahibi vatandaşlar olmayı benimsetme gibi temel uğraşlardan vazgeçen üniversitelere karşı inancı giderek kaybolmakta…
Ve; özel sektörün bir parçası haline gelmeye başlayan üniversiteler de, kamuoyunda saygınlık ve güvenilirlik yönünden büyük erozyona uğramaktalar!

Uğur Dolgun ugurdolgun@yahoo.com

19 Aralık 2007

HERKESE GÜZEL AYDINLIK BAYRAMLAR DİLİYORUZ...

Eski Rektör Alemdaroğlu yargılanacak
Danıştay 1. Dairesi, eski İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun, Antalya Konyaaltı'ndaki üniversiteye ait taşınmazın kat karşılığı ihalesinde, üniversiteyi zarara uğrattığı gerekçesiyle yargılanmasına karar verdi. Daire, Alemdaroğlu hakkındaki dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi.

Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul, Alemdaroğlu hakkında 13 Nisan 2007'de men-i muhakeme (yargılanmama) kararı verdi. KURULUN MEN-İ MUHAKEME KARARINI BOZDU Kurul kararını yasa gereği inceleyen Danıştay 1. Dairesi, Alemdaroğlu'nun üzerine atılı suçu işlediğini doğrulayacak ve hakkında kamu davası açılmasını gerektirecek yeterli kanıt bulunduğuna işaret etti. Daire, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul'un men-i muhakeme kararını oy çokluğuyla bozarak, Alemdaroğlu'nun lüzum-u muhakemesine (yargılanmasına) hükmetti. (AA)

Ayrıntısı için: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.12.2007&Newsid=152637&Categoryid=1

18 Aralık 2007

Özdemir İnce’ye açık mektup:

Fransız sosuyla bulamaçladığınız köşeci yazılarınızı MEME’nin Internet sayfalarından zaman zaman okuyorum. Çoğu hedefsiz ve alt yapısız sloganlarla bezenmiş, laf olsun köşe dolsun kabili şeyler. Bazıları mantıklı, bazıları mantıksız. Mantığın sosyal ilişkilerde olmadığı durumların hesaba katılmadığı yazılar, çoğunlukla. Aslında zaman zaman da hoşlanıyorum, o yazılardan, çünkü polemik severim. Internet’ten yüklenen bilgi parçacıkları ve herkesin bulabildiği referans kitaplarını kurcalamanın ötesine geçmenin, sizin gibi edebiyatçı formasyonu olan biri için ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Ben aşağıda, kendimle ilgili bir konuda kulağınızı çekmek istiyorum. YÖK Başkanının “üniversitede yasaklar kalkacak” sözünü bağladığınız bağlamın, en azından yazınızda yer aldığı kadarıyla, bağlanacak bir ipi de, sapı da yok. Yani, ipe sapa gelmez yorumlamanızın bugünkü “ceberut” rektörlere neler katabileceğini bile bilmediğinizin yanısıra, 2547 sayılı yasadan da bihaber olmuşluğunuza ek olarak üniversitedeki disiplin yönetmeliğinden de haberiniz yok.

İlkönce, “ceberut” sözcüğünün “aşırı kibir ve Allah’a giden yolun 3. aşaması” demek olduğunu belirterek başlıyorum. Nereden çıktı bu demeyin: Sözünü andığınız, üniversite içindeki yasaklar nedeniyle, zersizzavat birinin başvurusu üzerine, ceberut’u, yaygın olmuş galatıyla (bazısı “mecaz” der) karıştırıp, “ceberut yönetim” tamlamasını bir yazımda kullanmam nedeniyle ceza verilmiş bir öğretim üyesi olmamdan yola çıkarak, rektörlere hakaret etmek gibi bir niyetimin olmadığını söylemek zorunluluğundan çıktı. Siz, Allah’tan, “despot”luğa vurmuşsunuz işi, öyle ya, frankofonsunuz, ne de olsa. Yani sizin deyiminizle “despot yöneticilerin,” sadece İslam’da yok bunlar, 12 Eylülcü cici laikçi Atatürkçülerde de var, bugüne kadar, yazınızda saydığınız ve ne kadar da doğal diye karşıladığınız yasaklar nedeniyle, 25 yıldır akademik hayatın neredeyse tamamının yok olduğunu bilmem biliyor musunuz? YÖK’te çetelesi tutuluyorsa, “kalkamayacağını” söylemek basiretsizliğini gösterdiğiniz, sadece bu yazınızda saydığınız bu yasakların, ideolojik ve bilimsel olarak karşı çıkılan her öğretim elamanına uygulanan bir cezalar silsilesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Yukarıda saydığım mevzuatı bilseydiniz ve her gün “çiş yapar gibi yazı yazmak” zorunda olmasaydınız, belki bu yazıyı da yazmazdınız.
Şimdi gelelim altta tamamını verdiğim, yazınıza sığdırabildiğiniz ve üniversite içinde “kalkamayacağını” söylediğiniz yasaklara. Tek tek görelim, bakalım “kaldırılabilirler” miymiş?:

“"İzinsiz göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek yasak."” demişsiniz. Üzüldüğümü belirtmek isterim ki, mevzuatta böyle bir yasak yok. Kim size bu yasağı hatırlatmışsa, yanlış yapmış. Çünkü, bir çok yargı kararında, akademik mesainin zamanının ve yerinin olamayacağı biçiminde yorumlanacak hükümler var. Bu nedenle, göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek gibi şeyler zaten söz konusu değil. Tıpçılar nedeniyle yanlış yorumlanan ve tüm üniversiteye yanlış uygulanan “akademik tam gün” ilkesine girmeyeceğim, dilerseniz başka bir mektup yazarım o konuda. Ancak sizin yazdığınız bağlamda şu yasaklar var:

YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ
Görevinden Çekilmiş Sayma:
Madde 10 - Görevinden çekilmiş sayma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır.
a - Kamu yararına olan dernekler dışında, Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi bir derneğe üye olmak,
b - İzinsiz veya geçerli bir mazereti olmaksızın tayin edildiği göreve 15 gün içinde başlamamak,
c - İzinsiz veya kurumca kabul edilen mazereti olmaksızın görevi kesintisiz 10 gün terk etmek, kısmi statüde bulunanlar için ise kesintisiz 40 saat veya daha fazla göreve devamsızlık göstermek,
d - Üyesi bulunduğu kurul toplantılarına izinsiz ve özürsüz ard arda iki defa veya bir yıl içerisinde toplam üç defa katılmamak.

Güzel değil mi? Aslında biraz araştırırsanız, bu hükmün bile hukuksuz ve kanunsuz olduğunu görebilirsiniz, şöyle ki, 657 sayılı Yasada (m.94), mezkur “görevden çekilmiş sayılma” işlemi bir de facto durum olarak tanımlanıyor ve suç ve ceza tanımı dışında hükmediliyor. Yani, “cezaların kanuniliği” ilkesini, YÖK, mezkur yönetmeliği hazırlarken çiğnemiş durumda. Ne zaman mı, 1982 yılında. Neyse ve özetle, akademik personelin mesai zamanının ve yerinin bulunmadığı ve “çalışma” ve “görev” denilen kavramların, bu nitelikteki çalışanlara, ders (klinik ve lab. dahil) vermek, danışmanlık yapmak, idari görevler almak dışında uygulanamayacağını yargı organları karar altına alıyor. Ancak, sizin deyişinizle “despot,” benim deyişimle “ceberut” yöneticiler de aynen sizin yazdığınız gibi bir yasağın üniversitede bulunduğunu zannederek, cezalar veriyor. Kime mi, bilimsel olarak aykırı olan ve ideolojik olarak onaylamadıkları kişilere. “Görev” mahallini terk etmek denilen suçun işlenebilmesi için yukarıda saydığım üç koşuldan birinin, (ders, danışmanlık, idari görev) yapılıyorken olması gerekiyor. “Kalkamayacağını” söylediğiniz yasağın olmamasına karşın, sizin belirttiğiniz şekliyle cezası olabiliyor. Bu da, herhalde bir YÖK Başkanının “kaldırması” gereken bir durum. Değil mi? Yukarıdaki Disiplin Yönetmeliğinin Madde 10/a fıkrasını dikkatinize bile getirmiyorum. Bir daha okursanız ne demek istediğimi anlarsınız.

Gelelim ikinci “kalkamayacağını” söylediğiniz yasağa: “"Amire karşı saygısız davranmak yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?” buyurmuşsunuz. Ne güzel. Bir akademik personelin “amirinin” olamayacağını, sadece “disiplin amirinin” bulunduğunu bilmiyorsunuz. Bu iki kavram kamu hukukunda karıştırılıyor olsa da, hukuk ilkeleri açısında çok farklı kavramlar. Rektörün yaptıkları dahil, üniversitedeki idari fonksiyonların akademik hayata yansıyanların tamamı için, sadece koordinasyon denilen ve emir vermekle ilişkisi bulunmayan bir yetki söz konusu. 2547 sayılı Yasaya göre, üniversitede, “amir” denilebilecek tek kişi var, o da rektör (m.13). Diğer idarecilerin hepsi, sadece, “disiplin amiri,” bazıları ise, “amir” olmak bir yana, “kurul kararlarını uygulamakta zorunlu” olan “koordinatör temsilciler”, mesela, dekanlar (m.16). Bölüm başkanları ise, disiplin amirleri değil ama amirlik niteliği olmayan idareciler (m.21). Bu nedenlerle, bir öğretim elemanının, yazdığınız anlamda saygısız davranabileceği tek kişi var üniversitede, o da, rektör. Ancak, sizin gibi “despot” kişilerden oluşan bir idareciler grubunun tassalutu altında olabilen üniversitelerde, eksik yazdığınız suç tanımının doğrusu olan (m.6/c -) “Görev sırasında amire hal ve hareketi ile saygısız davranmak” gibi bir suçun, rektör dışında başka kişilere de yapılabileceği düşünülüyor. Bu maddede “söz ile” ibaresinin olmaması da ayrıca hukuksal olarak tartışma konusu. Bu nedenle, bu öznesi ve nesnesi olmayan suçtan ben dahil, ceza alan bir çok suçsuz kişi var üniversitelerde ve bu cezalar İdare Mahkemeleri tarafından iptal ediliyor. Sadece zaman ve emek israfı. Bir YÖK Başkanının, doğru uygulanması imkansız olduğundan, bu yasağı da kaldırması gerekmez mi? Ayrıca, siz edebiyatçısınız, okuduğunuz anlarsınız umarım. Ne diyor üniversitedeki disiplin yönetmeliğinin başlığı, bir daha okuyalım: YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ. Bu ne demek? Bu şu demek; elimizde, yasaya aykırı bir yönetmelik var. Neden mi? Basit: Birbiriyle hukuksal olarak aynı nitelikte olmayan üç “çalışan” türüne üniversitede aynı suç/cezalar uygulanıyor. “Yöneticiler,” 2547, 2914 ve yer yer 657’ye tabiler. “Öğretim Elemanları,” sadece 2547 ve 2914’e tabiler, bir de devlet memurluğu ile ilgili genel esaslara. Vakıf üniversitelerindekilerin de durumu ayrı. Onlar SSK’ya bağlı, sözleşmeli personel. Çalışma kanunlarına tabiler. “Memurlar” olarak adlandırılanlar ise sadece 657’ye tabiler. Şimdi anladınız mı, kalkması gereken yasaklar neler? Anladınız mı, üniversitede “amirine saygısız davranması yasaklanan” kimler? Ama uygulama tersine. Bir öğretim elemanı, olmayan amirine değil, yapsa yapsa, üniversitede bulunan öğrenci dahil, herkese saygısızlık yapabilir ve bunun ceza mercii, adli yargı ve mahkemelerdir. Üniversitenin içindeki, meslek arkadaşlarından kurulmuş ve rektörün, sizin deyimizle “despotluğuna” tabi soruşturma komisyonları değil.

Son olarak, kaldırılmasını salık vermediğiniz üçüncü yasağınıza değineyim: “"Borçlarını ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak yasak." Bu yasak da kaldırılacak mı?” demişsiniz ama yine eksik demişsiniz. Tümü şu: “m. 6/k - Borçlarını kasden ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak.” Bilmem biliyor musunuz, yönetmelikte yer alan ama sizin yazınızda yazmadığınız “kastîlik” unsuru ceza hukukunun en temel suç unsurudur. Suç olan bir fiilde kastîlik unsuru bulunmuyorsa, bazı durumlarda bu suç olmaktan çıkar. Kabahat olur. Adam öldürmenin bile kastî olanı ile olmayanı arasında ceza derecesi açısından fark vardır. Kastîlik unsurunu saptamak zordur ve hukuk bilgisinin yanısıra yargıçlık tecrübesi gerektirir. Mezkur fiilin suç olduğuna karar verecek olan da, hukuk bilgisi olsa da, yargıçlık yapmamış meslek arkadaşlarından oluşan “idari soruşturma komisyonları” olamaz. Bir de, bu, sizin yasak dediğiniz, suçun, fiil olarak İdareye intikali de ilginç bir zamansallığa sahiptir. Memur, böyle bir suçu ancak bir yargı kararının kesinliğinden sonra işleyebilir. “Yasal yollara başvurulmuş” olması suçu sübuta erdirmez.Yani, suç fiili “yasal yollara başvurulmuş olması” olamaz, “borcun kastî olarak ödenmemiş” olması olabilir. Bu da kesin yargı kararı gerektirir. “Kaldırılamayacağını” söylediğiniz suç tanımı kadüktür; bu suçun idarî soruşturması bile yapılamaz. Fakat asıl ilginçlik de şudur, eğer söz konusu suç nedeniyle (kasten borç ödememe) verilen yargı kararında, “kamu haklarından kısıtlanma” veya “memurluk görevinden el çektirme” gibi bir hüküm bulunmadığı zaman, kendine intikalden sonra üniversiteki soruşturma komisyonu nasıl bir karar verecektir? Doğalı, “kınama” cezası gerektiren bu suçun idari cezasında, yargı kararındaki ceza ile yetinmektir. Dolayısıyla idari olarak gereksiz bir soruşturma ve ceza söz konusudur. Bir suça iki ceza verilemez.

Görüldüğü gibi, Sayın İnce, üniversiteki öğretim elemanlarına uygulanagelen yasakların tümü, sizin yazınızda yer verdiğiniz üçü de dahil, kalkmalıdır. Hangisine bakarsanız bakın, ipe sapa gelmez ve akademik ve bilimsel özgürlüğe ve haklara (hukuk, hakkın çoğuludur, biliyorsunuz) aykırı, yasak ve suç-ceza tanımlarıdır onlar. Üniversitede yönetici değilseniz ve üniversitede 657’ye tabi memur olarak çalışmıyorsanız, sizin işlediğiniz bir suçun cezasının verildiği yer, bu suç ne olursa olsun, üniversite dışındaki yargı olmalıdır. Öğretim elemanının, ataması dışında, amiri veya disiplin amirliği yetkisi ile hiç kimse donatılmamalıdır. Türkiye’de bağımsız ve adil yargı vardır. Bu durumda, memurlara verilmiş “kısmî yargılanma dokunulmazlığı” öğretim elemanları için kaldırılır, olur biter. Kaos mu olur diyorsunuz; akademik hayat zaten kaotik olmalıdır.

Türban yasağı ise başka bir konu.
Yukarıdakilerle karıştırmayın.

YÖK Başkanını illâ da suçlamak için, birbirinden farklı hukuksal, akademik ve sosyal statülerde bulunan üniversite üyelerini (öğrencileri, yöneticileri, memurları, öğretim elemanlarını) aynı kaba, ya da aynı köşeci yazısına koymayın. Ama koyarsanız da koyun. Bana ne !

Prof. Dr. Veysel Batmaz, 18.12.2007

Özdemir İnce'nin yazısı için lütfen tıklayın: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7876325&yazarid=72

14 Aralık 2007

Aydın Doğan Vakfı tarafından geleneksel olarak düzenlenen 19. Genç İletişimciler Yarışması"nda İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tek ödül dahi alamadı. Doğan Grubuna bu kadar yakın olup, tek ödül dahi alamamak iki şey gösterir: (1) Ödüller subjektifse, Doğan Gurbu İletişim Fakültesi’ni takmıyor; (2) Ödüller objektifse, İ.Ü. İletişim Fakültesi, derece alacak bir eğitim veremiyor. Her ikisi de vahim ve sorumlusu Dekan. Arş. Gör. Bayram Yeraltı'nı okuldan kovarsanız, başınıza işte bu gelir.

12 Aralık 2007

BİLİMSEL OLARAK KARŞI ÇIKAMAYINCA...

AŞAĞIDA OKUYACAĞINIZ OLAYIN BENZERİNİ, İLLETİŞİM FAKÜLTESİ DEKANI SUAT GEZGİN, PROF. DR. VEYSEL BATMAZ'A YAPTI. BATMAZ'IN YILLIK İZNİNİ İSTANBUL DIŞINDA GEÇİRMESİ DOLAYISIYLA 14.08.2007 TARİHİNDE "izinsiz olarak il dışına çıkmaktan" SORUŞTURMA BAŞLATTI. BİR HUKUK PROFESÖRÜ OLAN SORUŞTURMACI, VERECEK CEZA BULAMADIĞI VE REKTÖRLÜKTEN KENDİNE BASKI YAPILDIĞI İÇİN, BATMAZ'A "görevine kayıtsız kalmaktan," UYARMA CEZASI VERDİ; İ.Ü. REKTÖRLÜĞÜ BU CEZAYI ONAYLADI. ŞU ANDA CEZA YÖK DİSİPLİN KURULUNDA, İTİRAZ AŞAMASINDA... SONUÇLANINCA OLAYIN HUKUKSAL BOYUTUNU VİSTİLEF'TE İZLEYECEKSİNİZ.

KONYA Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, televizyon kanallarında "mahalle baskısı", "Mikro Faşizm" hakkında açıklamalar yapan Fakülte Öğretim Üyesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz’e, ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon kanallarında programlara katıldığı’ gerekçesi ile disiplin soruşturması başlattı. Doç. Dr. Şahin Filiz’in Ankara’da bulunan Avukatı Ali Altay ise, müvekkilinin televizyon kanallarında programlara katılmadan önce dekanlığa yazılı dilekçe sunduğunu, ancak dekanlığın dilekçeyi daha sonraki bir tarihte işleme aldığını söyledi.

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz hakkında soruşturma başlattı. ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile başlatılan soruşturmanın baskı amaclı olduğunu ileri süren Doç. Dr. Filiz'in avukatı Ali Altay, “Müvekkilim 24 Kasım 2007 tarihinde SKY Türk’de Enver Arsever’in ve 25 Kasım 2007 tarihinde de Star Tv’de Ruhat Mengi’nin programına katılarak, mikro faşizm konusunda bilimsel açıklamalarda bulundu. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı ise bilimsel açıklamalara, bilimsel olarak karşılık veremeyince ‘izinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile soruşturma başlattı'' dedi.

10 Aralık 2007

YENİ YÖK BAŞKANI’NI “TÜRBAN” KONUSUNDA DESTEKLİYORUM

Bileniniz bilir, 27 yıllık öğretim üyeliği hayatımda, iki kez, biri resmi, 1986’da, diğeri gayri resmi, 1996-97 yılında, “derse türbanlı öğrenci almaktan” idarî olarak sorgulandım.

Yani, türban konusunda, mangalda kül bırakmayan İslamcı-dincilikle; türbanlı kızlara eğitim yasağı getiren, dinciliği Türkiye’ye musallat eden 12 Eylülcü cici laikçilik'e, her ikisine de tam karşı, tam yirmibeş yıldır, savaşım veren bir dünya görüşüne ve eyleme sahibim.

Bu bağlamda yeni YÖK başkanını destekliyorum.


Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN’ın, türban konusundaki görüşlerini ben, hem SBF-BYYO’da; hem de İ.Ü. İletişim Fakültesi’nde bizzat yaşadım. Türbanla okula başlayan kız öğrencilerin önemli bir kısmı, benim onlara anlattığım “Siyasal Bilim ve Düşünce Tarihi” derslerinden sonra, başlarını açıyorlardı. Bunun en güzel örneği, İletişim Fakültesi’nde asistanlığımı da yapan, şimdiki Dekan tarafından okuldan kovulmuş bulunan Arş. Gör. Fatma’dır. Türbanlı bir kızın aydınlanacağı tek yer üniversitedir. Bu hak ondan mahrum edilemez.

Yeni YÖK Başkanı’nın türbanla ilgili görüşleri, haber3.com’un haberine göre şöyle:


“Muhafazakar görüşlere sahip olan yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN, üniversitelerde türbana ılımlı yaklaşıyor. "Türban yasağı kalkarsa, üniversitede başı açık kimse kalmaz" diyen Tarhan Erdem'e şöyle yanıt veriyor: "Hiç öyle düşünmüyorum. Hatta serbestlik ortamı oluşacağı için türban takanların bir kısmı vazgeçecek. Türban takmayanların gereksiz korkuları var. Serbestlik olursa, daha liberal demokrasi olur. O zaman bu mesele konuşulmayacak. Çevre baskısı asla olmayacak. Kadınlar ilk aşamada eşitlik konusunda kan kaybedebilir. Erkekler açık olana ilgi duyup, farklı davranabilir. İnşallah bunla uğraşmak zorunda kalmayız."” (Kaynak:
http://www.haber3.com/haber.php?haber_id=312921 )

Evet, aynı benim yaşadığım ve düşündüğüm gibi, böyle görüşlere sahip yeni YÖK Başkanımız.


Ben de, aynı Prof. ÖZCAN gibi, “türban” konusunda kamuya yanlış bilgiler veren manipülatif araştırmacı Tarhan ERDEM’i ve TESEV’ci Binnaz TOPRAK ile Ali ÇARKOĞLU’nu eleştirmiştim (Bkz: http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ ) ve Tarhan ERDEM tarafından mahkemeye verilmiştim:

Bkz: http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=34&Itemid=2

ve http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=68&Itemid=2

Yeni dönemde, üniversitelere türbanı sokacak tüm yasal çabaları destekliyorum.


Türban’a sırf 12 Eylülcü asker ve YÖK idaresine yaranmak için karşı çıkarak yalakalık yapan, "benim anamın başı da örtülü" diye yave yave konuşan, “gizli” siyasetçi idarecileri, Rektörleri, Dekanları ve yalaka siyaseti tam anlamıyla üniversitelerden kovacağız...

Prof. Dr. Veysel BATMAZ

YENİ YÖK BAŞKANINI KUTLUYORUZ... DOĞRU SEÇİM...


"... ideolojik olarak zıt kutuplarda olmamıza rağmen ideolojinin insan ilişkilerinin samimiyet ekseninde hiç bir öneminin olmadığını göstermiş kişidir kendisi. üstün yetenekli bir akademisyen olması bir tarafa, gerçek bir eğitmendir aynı zamanda. namusuna, doğruluğuna, tatlı-sert uslubuna ve zekasına hayran olmamak mümkün değildir eğer ideolojik saplantılarınızın körleştirmediği gözleriniz varsa elbette... böyle adamlar lazım bu ülkeye; sağcısı ve solcusuyla eğer böyle akademisyenleri barındırabilirse üniversiteler, yök'ün gölgesi biraz daha çekilecektir geriye ve bilimin aydınlık ışığı biraz daha yansıyacaktır ziya hoca karakterinde akademisyenlerin açtığı pencerelerden. ." (spleen parnasien, 09.03.2007 09:45)

Kaynak: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=yusuf+ziya+ozcan
Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, TÜBİTAK Başkan Yardımcısı ve ODTÜ'de sosyolog. Aynı zamanda Ankara merkezli düşünce araştırma kuruluşu olan U.S.A.K.'ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı ve UHP'nin (Uluslararası Hukuk ve Politika dergisi)Yazı Kurulu üyesi.
İstanbul Üniversitesi Web sitesi yeni YÖK Başkanı'nın seçilmesini suskunlukla karşıladı. 10.12.2007 günü saat 18:09'a kadar sus pus oldu... (Şu anda 292 kişi sitemizde geziniyor. Bugün :22022Toplam Ziyaretçi Sayısı :17724628(14 Şubat 2006'dan itibaren)

09 Aralık 2007

REKTÖRLER ATAMA İLE GELMELİ...

MİLLİ EĞİTİM BAKANI ÇELİK’İ HEP ELEŞTİRDİK... AMA BU KEZ DESTEKLİYORUZ.

"Rektörlerin seçimle işbaşına gelmesi yani öğretim üyelerinin oylarıyla işbaşına gelmesi o üniversitede ille de akademiklik ya da özgürlük olduğu anlamına gelmiyor. Bana bir akademisyen olarak sorarsanız yıllardır bu işin içinde olan bir insan olarak bunun sancısını çeken bir insan olarak Türkiye'deki bugünkü sistemle yapılan rektörlük seçimi üniversitelere büyük bir fitne sokmuştur. Bana göre üniversitelerde rektör seçimle işbaşına gelmemelidir. Ve son zamanlarda sayın Doğramacı bir kitap yazdı ve bütün AB ülkelerinden ve gelişmiş ülkelerden örnek verdi. Ben üniversite rektörlük seçimi olmamalı dediğimde acaba 'sayın Doğramacı'nın etkisinde mi kaldı?' elbette sayın Doğramacı bu konudu duayen insanlardan birisidir. Onun yazdıkları doğruysa bu benim için de kabul edilebilir şeylerdir.”Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Habertürk, 9.12.2007