Add to Flipboard Magazine.

22 Ağustos 2007

ÖZBUDUN ANAYASASI BUDUN'A KARŞI...

Sivil Anayasa'da YÖK yok...

["Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak."

İşte, üniversiteleri işlemez hale getirecek olan hüküm bu... Bu hükme karşıyız. Üniversite öğretim üyeleri sadece Mahkemeler yoluyla cezalandırılmalıdır...]

Taslak paket hazır. Egemenlik, vatandaşlık ve tanımı değişiyor. YÖK kalkıyor.
AK Parti'nin 1 Eylül’de vereceği startla anayasa ilk kez bir sivil yönetim tarafından tepeden tırnağa değiştirilecek, ilk kez sivil yönetim tarafından halkoyuna sunulacak

EGEMENLİK: Millet egemenliği ‘yetkili organlar’ yerine ‘yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanır’ şeklinde düzeltiliyor

VATANDAŞLIK: Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ’Türk’ denir ifadesi geliyor

YÖK: Yerine üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak ÜKK (Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu) kuruluyor

Prof Ergun Özbudun başkanlığındaki 6 Anayasa hukukçusunun hazırladığı 140 maddelik Anayasa paketi Başbakan Erdoğan’a sunuldu. AKP’nin yapacağı çalışmanın ardından, taslak paket, partinin internet sitesine konacak ve kamuoyunun bilgisine sunulacak.

YÖK kalkacak
Yıllardır tartışılan YÖK, yeni Anayasa ile birlikte kaldırılacak. YÖK’ün yerine Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu (ÜKK) kurulacak. Bu kurul üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak. Rektörlerin seçilmesi üniversitelerde yapılacak seçimle olurken üniversiteler özerk hale geliyor. Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak. MGKaynen korunduğu belirtildi.

Yüce Mahkeme’ye 17 üye
Anayasa Mahkemesi’nin sayısı artırılırken, üyelerin seçiminde Meclis’e hak doğuyor. Mevcut 11 olan üye sayısı 17’e çıkarılacak. Üyelerin 8’ini Meclis seçerken, geri kalan 9 üye ise Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleri arasından seçilecek. HSYK üyesi olan Adalet Bakanı, kuruldan çıkacak.

Yemin de sadeleşecek
Milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’nda okuduğu yemin metni düzeltiliyor. Yemin metnini sadeleştirileceği, cümleler arasında yer alan ’ve’bağlacının birçok bölümden çıkarılacağı öğrenildi

Taslağın mimarı Özbudun: TSK’ya yönelik bir düzenleme değil
Başbakan Erdoğan’a teslim edilen Anayasa taslağını hazırlayan 6 kişilik akademisyen heyetinin başkanı olan Bilkent Ünversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun, VATAN’a Anayasa taslağındaki bazı kritik maddeleri değerlendirdi.

Özbudun, mevcut Anayasa’nın milli egemenliğin organlar eliyle kullanılacağını düzenleyen 6. maddesinde yer alan “yetkili organlar” yerine “yasama, yürütme ve yargı organları” denilmesiyle bir anlam değişikliği olmayacağını söyledi. Özbudun şöyle dedi: “Değişikliğin nedeni madde metnine açıklık getirmektir. Zaten yetkili organlar tabirinden anlaşılan devletin 3 temel organı olan yasama, yürütme ve yargıdır. Bu önemli bir düzenleme değil. Buradan hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik bir düzenleme yapıldığı anlamı çıkarılamaz. Çünkü zaten o yürütmenin bir parçasıdır, Başbakanlığa bağlıdır.”

Laiklik güçlendiriliyor
Özbudun Anayasa’nın din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen maddesiyle ilgili de şöyle konuştu: “Nasıl din ve vicdan özgürlüğü varsa, din değiştirmek de bir özgürlüktür. Bunun metne konulması Anayasa taslağında laik düşünce tarzına ne kadar önem verildiğini göstermektedir.” Taslakta YÖK’ün kaldırılmasına ilişkin bir düzenleme olmadığını belirten Özbudun, “Ancak yetkilerinin azaltılması söz konusu” dedi. Özbudun MGK’nın Anayasa’dan çıkarılacağına ilişkin haberlerin ise doğru olmadığını söyledi.

Mevcut yasa ne diyor?

1982 ANAYASASI Türk vatandaşlığı MADDE 66. - Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. (Son cümle 3.10.2001’de mülga oldu: Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir) Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.

17 Ağustos 2007

DÜNYANIN EN İYİ ÜNİVERSİTELERİ

U.S. News&World Report dergisinin yaptığı sıralamada Princeton, birinciliğini 8. yılda da korurken, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Princeton'ı sırasıyla Harvard ve Yale üniversiteleri izledi. Listede Stanford 4. sırada yer alırken, California Teknik Üniversitesi ile Pennsylvania Üniversitesi beşinciliği paylaştı.

Derginin her yıl yayınladığı ''ABD'nin En İyi Üniversiteleri'' sıralamasında, mezuniyet oranları, akademik personel ve mali kaynaklar ile okullarına bağış yapan mezunların yüzdesi gibi faktörler dikkate alınıyor.

ABD'deki en iyi 10 üniversite şunlar:
1-Princeton Üniversitesi
2-Harvard Üniversitesi
3-Yale Üniversitesi
4-Stanford Üniversitesi
5-Pennsylvania Üniversitesi ve
5. California Teknoloji Enstitüsü
7-Massachusetts Teknoloji Enstitüsü
8-Duke Üniversitesi
9-Columbia Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi

PROF. DR. YALÇIN KÜÇÜK

TEMMUZ TEZLERİNE EK:

yalçın küçük 5 Ağustos AY

YOL

Pazar Günü, aşağılandım
“Tezler” ile aşağılayanları aşağıladım.
Gerçeklerden intikam aldım.
İntikam, yol’dur.


“Tezler” üzerinde tepkileri üçe ayırabiliyorum.
Önce, siyasetin içinden gelen, islam ve tarikatı bilenler var. Bunlar, Tezler’i çok açıklayıcı buldular ve hatta daha ileri giderek “açıklama” bile saydılar. Sonra, çok şaşıranlar, daha doğrusu “hiç anlayamayanlar” olduğunu müşahede ettim. Bu grup, beni, acı ile birlikte, bir ölçüde de, sevindirdi; çünkü anlamamalarından , krizi ve derinliğini kavrayamadıklarını, çıkarıyorum. Cumhuriyet’in krizini anlayamamak ve bunun karşısında susmak, bir dil ve kavram yetersizliğidir;doğru, kriz, bir dili yitirme ve kavramları eskitme halidir. Kriz varsa bir dil, dil olmaktan çıkmıştır ve ayrıca yeni kavramlar gerekmektedir, demektir ve doğrulanmak anlamındadır.
Kriz derinse, körleşme vardır. Var.
Üçüncü grup, Tezler’i, “kötümser” bulanlardır. Bu notu bunlar için yazıyorum; çünkü yer yer çok “iyimser” yazdığımı düşünüyordum.
Ancak bu yazımda, bilimsel değil, fakat pratik ve sevindirici bir yan var, işaret etmek durumundayım. Şöyle, “Tezler” ile birlikte, falsifikasyonun durduğunu görebiliyoruz; sonuçları, “orduya karşı çıkmak” veya “cumhurbaşkanlığı seçimini bloke etmek” ya da “akistler çok çalıştılar” yollu safsatalar ile açıklayan rüzgar durmuş ve hatta ortadan kalkmış görünüyor ve bu, o kadar öyle ki chp dahi, seçim yenilgisini analiz ederken, bu safsatalardan uzak kalma basiretini sergileyebildi. Analiz olarak ortaya koydukları, Tezler’in acemice kopyesidir. İhanete varan hatalar ayrı, Akist-Barzani ittifakı ve judaize olmuş tarikatların egemenliği çıplak gerçektirler; bunların dışı sadece safsata’dır.
Bu seçimlerde tüm partilerin teşkilatlarının lağvedildiğini de gördük ve bu, “parlementer ve partiler sistemi” için büyük darbedir. O hale geldiler, her birinin tüm örgüt mensupları, büyük merkezlerinin bahçelerini bile doldurmaktan uzak kaldılar.
Plütokrasi, safsata’dır.
Safsatacılar, en çok, hep tuttukları chp’nin, bu son açıklamasına saldırmak ihtiyacını da duydular. İsabetlidir, çünkü, safsatalara karşı intikam hücumunu gördüler. İntikam, gerçekleri un etmekle başlamaktadır. Egemen ideolojiyi dağıtmakla başlamaktadır, demek istiyorum.
Öte yandan, görkemli dönemde Türkiye İşci Partisi milletvekili, “Türkiye’de Kürtler Vardır” kararını alan Dördüncü Büyük Kongre’de delege Doktor Tarık Ziya Ekinci ile İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın tespitleri, Tezler’e pek yakın düşmektedir. Özdeş değiller, yakındırlar; yalnız Tezler’i okumuş olmaları ihtimalini düşük görüyorum.Buna rağmen, sonucun arızi olduğunda ittifak oluşmaktadır, sadece buna işaret ediyorum.
Darbelerde arizi bir yan var.
Temmuz’da, 12 Mart’ı bulmak, iyimserliktir.
Kötümser mi; kuşkusuz kişisel muhasebem ve tarihim açısından kötümser olduğumu belirtmek durumundayım. a) Bu seçimi önlemeye çok çalıştım, beceremedim. b) Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın başlattığı, bir süre Behice Hanım ile ve sonra diğer arkadaşlarımızla sürdürdüğüm Kürtler’i devrimcileştirme ve Türk - Kürt İlerici Birliği’ni yaratma programımız tersine dönmüştür. Artık reddedemeyiz, Samsun-İskenderun hattının Doğu’su, karanlığı seçmiş haldedir. Kürtler, şimdi Judeo-Müsülman bayrağın altında toplandılar.Musul’daki Kürdo-Judaik işgali mihver sayma yönündedirler.
Bütün tarihleri içinde Kürtler, şimdi, Türkler’den en uzak noktadadırlar ve Cumhuriyet döneminden itibaren ise karanlığın en dibindedirler. Akist-Barzani ittifakı içindedirler.
İki hiziptirler, Öcalan’ın adıyla saylav olanların ise, Barzani’ye kayışı durdurmakla birlikte, şu zamanda, hangi bayrağa selam duracakları henüz belli olmaktan uzaktır; net olan, bunların da artık Türklük ve Türk ilericiliği ile bağlarının kalmadıklarıdır.Yüzleri, karanlığa ve judaizme dönüktür; Dimyat’ta pirinç hesabı yapıyorlar.
Bunun dışında Tezler’de bir iyimserlik var. Çünkü elde edilen sonuç, konjonktürel, kısa vadeli ve iradidir; sanki bir sürek avı idi ve el birliğiyle, Akist-Barzani ittifakına su taşıdılar. Tezler’de taşıyıcıları saydım; eklemem mi gerekiyor, bu arada Cumhurbaşkanı Hazretleri, çıkan sonuca şaşırdığını ifade etmişler, şaşırmakta haksızdırlar. Sonuçtan paydardılar; a) seçim hukuk dışıdır, b) seçimler yargı denetiminde olmamakla , seçim kurulu, Yedi-Sekiz Hasan Paşa’yı aratmamıştır. c) Cumhurbaşkanı seçemeyen meclisin hiçbir karar alması imkansızdır ve bu nedenle, bağımsızları aynı pusulaya sokan, Hüsamettin Cindoruk’un çok güzel bir şekilde, “mizah” tabir ettikleri, tedbir de meşruiyetten yoksundur. Sezer’in bunu imzalamasını anlamak mümkün olmuyor; rüzgara uyulmuştur ve fırtına biçilmiştir. Şaşmamaları isabetlidir.
Cumhurbaşkanı Hazretleri, en son döneminde, yüksek bürokrasi ile birlikte, Türkiye’yi ve krizi çok hafife almış görünüyorlar.Nisancı rüzgarı çalma darbesine kolaycı davrandılar; burada not etmek tekrar isabetlidir, bağımsızları bir çuvala sokmak, artık çare sayılamaz. Binnetice, şaşmak, artık yararsızdır, diyebiliyoruz.
Şura ve Hakimler ve Savcılar Kurulu’nın kararlarının yargı denetiminden yoksun olduğunu söylüyorlar; peki, yergi denetiminde olmayan seçim var. Bir yargı kurulu olmayan seçim heyeti, yedi-sekiz hasan paşa mühürleri vurabilmektedir.
a) Mazbatasını almamış bir adayın ölümü ile seçim günü kalp krizinden göçen ve böylece öldükten sonra seçimi kazanan bir adayın durumu aynıdır. Seçim kurulu, yedi-sekiz hasan paşa mantığıyla, bir mhp milletvekilini kesmiş ve bunu akepe’ye hediye etmiştir. Ara-seçimi akepe’nindir ve biliyoruz. Türkiye’de yargı kapısı olmadığı için, ahim yolu açıktır.
b) Gümrük kapısındaki pusulalarda bağımsız adları yoksa, Hakkari’den kazanan bağımsızı silip bir akepe’liyi saylav ilan etmek hukuk ile bağdaşmaz bir haldir. Kaldı ki, bizim sistemimize göre bir milletvekilini ancak ilin seçmenleri belirler, seçmen kütüğünde kayıtlı olmayanların, Hakkari’den milletvekili belirlemesi hukuka aykırıdır. Türkiye’de yargı kapısı olmadığına göre ahim kapı’dır.
c) Yeniden yargılanmak, aleyhte hüküm olmadığı anlamındadır. Aleyhte hüküm olmadan milletvekilliğini yasaklamak hukuk dışıdır. Ahim kapı’dır.
Bütün bunlar hukuk dışı bir seçime işarettir.Yalnız sadece bunlar değil, “deve nerem doğrudur ki” diyordu, o haldedir. Nerede ise tek gazete ve tek tv ile seçim yaptılar. Meşruiyeti çok eksiktir. Hukukçu bir cumhurbaşkanının meşruiyeti eksik bir seçimi kabul etmesine asıl biz şaşmak zorundayız.
Kemal Nehrozoğlu, hukuka hakim bir yüksek kamu görevlisidir. Etkisiz kaldığını çıkarabiliyoruz.
O halde bir işaret daha var; 3 Kasım 2002 seçiminden sonra ortaya çıkan tablo için, “yüksek bürokrasinin otuz beş yıldır en çok istediği tayfadır” demiştim. Şimdi buna şunu ekleyebiliyorum; Tel-Aviv, Washington, Plütokrasi ve Tarikatlar’ın ortak seçimine karşı çıkabilecek bir bürokrasiden yoksun haldeyiz. Kıssadan bir hisse de budur. Bürokrasinin, rahatsızlığı var, ancak karşı çıkma iradesi göremiyoruz.Göremediğimizi, gösterdiler. Dolayısıyla seçim, “oyun” ve Caligula ise “oyun içinde oyun” oldular.
O halde “oyun” ve hatta “oyun içinde oyun” varsa, iyimser olabiliriz. Nihayet bir oyundur. 12 Mart tekrar oynanmıştır ve 12 Eylül’ün “danışma meclisi” ile dahi mukayese edilmeyecek bir “saylavlar kurulu” tertip edilmiştir. Eylülist darbeciler dahi şunun bunun eşi’ni toplamamak saygısını gösterdiler; bu kez, parlamenter sistem ve halk iradesiyle daha açık alay edilmiştir. Bu oyunun hiçbir yerinde halk yoktur. Hem oyun’u ve hem de oyun içinde oyun’u halksız oynadılar.
Halk, artık bu sonucu saymamada vardır.
Kamer Genç, Eylülist danışma meclisinde vardı.Şimdi bağımsız ve en son abide’dir. Alaylı diliyle bu alay ile alay eden bir yerdedir. Oyunun ve oluşan meclis’in en anlamlı hallerinden birisi telakki ediyorum. Artık Kamer Genç anlamlıdır ve anlam vermektedir.
Bundan sonrası için iyimser olmanın hiçbir nedenini göremiyorum; ortaya çıkan tablo akepe’nin marifeti olmaktan uzaktır. Mimarları, 12 Mart Darbesi’nden Orgeneral Tağmaç, 12 Eylül Darbesi’nden Orgeneral Evren ve Şubat 2001 Darbesi ile gelen Orgeneral Özkök’türler. a) pkk ile mücadele adı altında Doğu’yu Hizbullah’a ve arkasından şeyhler ile tarikatlara bıraktılar. Şimdi karanlıktadır. b) Solcular ayrı, kemalistleri bile üniversitelerden çıkardılar, şeriatçılara verdiler. c) Emniyet, Gülen tarikatındadır. d) Askeri Şura her yıl marjinalist bir yaklaşımla sızan tarikat mensuplarını ayıklamakla meşgüldür. Marjinalist ve amprisist görüyoruz. e) et cetera et cetera.
Bunu yapan üç kişidir, ancak, Tağmaç-Evren-Özkök, ama hep , İstanbul’da pütokrasi ile konuşarak ve Washington’da hep danışarak yaptılar.
Ayrıca, çeşitle internetler, her üçünü de İbrani asıllı yazıyorlar ki mümkündür. Öyle olmaları da gerekmektedir. Halleri, gerçekten daha gerçektir.
Tarikatlar mı, judaizedirler.
Başta Gülen Tarikatı, İsrael muhibbi’dirler.
Kurtuluş’ta İngiliz Muhibbi’leri bir avuçtular ve şimdi İsrael-muhibb’leri sel oldular.
Şimdi ve geçerken not edebiliyorum, Necmettin Erbakan’ın önemli açıklamalarının etkisiz kalmasını burada aramak isabetlidir. Benim, Soner Yalçın’ın ve son olarak Ergün Poyraz’ın çalışmaları, islamın önemli boyutta, tarikatların büyük ölçüde, judaize olduklarını ortaya çıkardılar. Bunlar, dolayısıyla ve solcu jargonu ile artık bilincine vardılar.
Yine sol dili kullanacak olursam, gizlideydiler ve şimdi legalize oldular. Çalışmalarımızın islamı ve özellikle tarikatları hürleştirdiğini kabul etmek durumdayız. Artık utanmıyorlar ve gizliden çıktılar.
Türk-Kürt Gerici Birliği bir İsrael örgütlenmesidir. Bu oyunda açık oldular.
Türk-Kürt Gerici Birliği, Türk-İslam Sentezi’nin yerindedir ve devamı sayabiliyoruz.
Oy haritası, Büyük İsrael ve/veya Büyük Orta Doğu Projesi’nin Ermenistan’a doğru emin adımlarla ilerlediğinin haberini vermektedir. Bu, “Kürtler, karanlığı seçtiler” anlamındadır.
Ancak, Kürtler’in de, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları ihtimali yüksektir. Tekrar ediyorum. Reyleri, ayrılıktan ve karanlıktan yanadır. O halde ya ayrılmak ve ya da ayrılmamak var.
DB ve DB nin, çözümsüz ve kışkırtıcı oldukları yönündeki açıklamaları isabetlidir. Amma ve lakin, karanlığı seçmek de daha büyük bir çözümsüzlük ve daha büyük bir savaş kışkırtıcılığıdır. Karanlık, savaş davetidir. Bu ise hem kötümser ve hem de iyimser bir haldir.
Kaldı ki bu kadar kaba İsrael yanlılığının, İsrael’i bile tehlikeli gelebileceğini düşünmek durumundayız.Çünkü çok tahrik etmektedir. Öte yandan Judeo-Müsülman bayrağı seçmek ile Atatürk milliyetçiliğini kayıtlardan çıkarmayı istemek birbiriyle tutarlı görünmektedir. Kaldı ki, pratikleri ayrı, formülasyonu açısından kemalist milliyetçilik, tariflerin en hafifidir.
Peki burada iyimser olmak için bir neden var mı; Tağmaç’tan Özkök’e otuz yıl var. Demek ki en az otuz yılda ördüler. Uzun bir yolda çalıştılar. Şimdi daha iyi görüyoruz, hep Tayyip Erdoğan’ı yapmayı hedef aldılar. Her birimizi ve özellikle yeni doğanları, tayyip erdoğan imal etmeye yemin ettiler; artık Tayyip Erdoğan’a oy verenlerin her birisi bir tayyip erdoğan’dır. “Cumhuriyet insanı” yerine ektikleri işte budur. Kovduklarının, hapsettiklerinin, sokak ortasında öldürdüklerinin, beslemeyip idam ettiklerinin yerine diktikleri işte budur. Demek ki, yaratmadılar ve imal ettiler. Seri imalat var, mamulleri, birbirinin aynı oldular.
Cumhuriyet insanının yerine imal ettikleri budur. Bu, büyük zenginlerin planıdır. Üniversitede profesör ve öğrenci, fabrikada patron ve amele, televizyonlarda, yarışmalarda, seçen ve seçilen hep tayyip erdoğan olmasını istediler. Tağmaç-Evren-Özkök bunu yaptılar.
Yaptıkları Huxley’in imalatını andırıyor , ama daha cüretkar ve daha siyah’tır.
Orwell’i daha çok çalışmış olmaları ihtimal dahilindedir.
Mutabakatlar bu noktadadırlar.
Ne yaptılar, “Tezler” karşısında dilsiz kalanlar, artık ülkede devlet memurları olan müftülerin imametinde yağmur duası yapıldığını dahi göremiyorlar. Her saat başı meteoroloji haberleri veren tv’lerin bir de yağmur duası haberleri karşısında titremeyen “cumhuriyetçiler” yarattılar. Göremeyenler ve krizi kavrayamayanlar, kendilerine özde ve sözde “laik” ve akılcı diyorlar ve sayıyorlar.
Başarıları, artık bunun görülmemesidir. Yenilgimiz buradadır.
Yenenler, Cumhuriyet’i yıkanlar ve ülkeyi bölünme noktasına getirenlerdir. Burada akistler’i görmüyorum.
Yıkmak ve bölmek, hem büyük sermayenin ve hem de Washington’un programıdır.
Körleştirdiler.
Sürü fabrikaları kurdular. Artık “üniversite” dedikleri, sürü imalathaneleridir.
Neler mi yaptılar, kısa kişisel tarih şudur; a) Tağmaç, darbe yaptığında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesiydim. Kovdular. Hakim Yarbay, askeri savcı, Mustafa Deniz, beni, hapsanenin kapısından döndürdü, adını sevgiyle anıyorum.b) Evren, darbe yapınca, hem Gazi Üniversitesi’nden çıkarttılar ve hem hapse koydular. c) Özkök Darbe yapınca, Gazi’den iki kez kovdular ve hep pencereden tekrar girdim. Hapse atmaktan yorulmuşlardı, ayrıca hapishaneden pek taze çıkmıştım, atmadılar.
İnatçıyız.
Ben çok inatçı olduğum için dozu yoğun tuttular. Ama hep ve herkese yaptılar. Dağladılar, ve üniversiteleri, emniyeti, kürtleri ve diğerlerini tarikatlara bıraktılar. Ve tamamen İbraniyet’e vurdular.
Bana gelince, bunları görebiliyorum ve yazabiliyorum, dolayısıyla, kendimi imalat hatası sayıyorum; yenildiler.
O halde yapılanı görmek, iyimserlik kaynağıdır; çünkü görünen, uzun bir yol’dur.
O halde her iki anlamda da yorucu bir yolumuz var. O halde, yorma sırası bizdedir.

Prof. Dr. Yalçın Küçük

Vistilef'in Notu: Prof. Dr. Yalçın Küçük, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde part-time ders verecektir. Yazıları, kendi izniyle Vistilef'te yayınlanmaktadır.

12 Ağustos 2007

KATERINA BLUM'UN ÇİĞNENEN ONURU

www.kodadimedya.com 'dan:

BİR MEDYA ANALİZİ..!! Tuğba Özay’ın çiğnenen onuru..!! Tuğba Özay’ın çiğnenen onuru, Katarina Blum’un çiğnenen onuru ile aynıdır.. Aynı zamanda, hiçbir suçları olmadığı bilindiği halde basının yüklenmesi sonucunda içeri atılan Şemdinli astsubayları ile emekli askerlerin ve kitap yazdığı için tutuklanan yazarın çiğnenen onuru da bu olayla aynıdır... Peki ama neden..? Şundan: (ÇOK ÖNEMLİ NOT: Bu yazıda Medya Savaşları'nın da nedenini çözeceksiniz..)

“Mafyanın podyumdaki mankenin müthiş öyküsü..”"BEST OF TUĞBA ÖZAY" FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYIN...”

Evet, bu başlıklar geçtiğimiz günlerde polis tarafından gözaltına alınan ünlü bir manken Tuğba Özay için yaygın medya tarafından atılmış manşetlerden sadece ikisi..
Türk medyasında sorun vardır, bu sorun maalesef bedenin çok içlerine işlemiştir.. Türk medyası kendisini 4. güç değil de 1. güç olarak görmektedir.. İşte yanlış da burada yatmaktadır.. Ne yazık ki, bu hastalık, mevcut medya patronları tarafından medya yöneticilerine bulaştırılmıştır.. Göz bebeklerin içinde zeka pırıltısı yerine, dolar pırıltısı taşıyan, “baştan çıkmaya” hazır, ahlak ve erdem gibi değerlerden yoksun köşe yazarları ile medya yöneticileri, meslek etiğini adım adım bu noktaya getirmişlerdir.. Bu hastalığın ana göstergesi de medyada haberleri, DOĞRU - YANLIŞ olarak değerlendirmek yerine, “Hangi haber benim çıkarıma ters düşüyor, Hangi haber benim çıkarıma uygun” anlayışının hakim görüş hatta ahlaksızca da olsa ahlaki bir bakış açısı getirmesidir.. Ahlaksız bir durumdur ancak, medya onu ahlaklı görmektedir.. Çünkü kendi öyle istemekte, maddi çıkarına öyle iyi gelmektedir.. Bu ne hazin bir durumdur..!!Ve elbette bu hazin durum, hani o, duygusal eski bir Türk filminin o ünlü “NAMUSLUYMUŞ, NAMUSSUZ..!!” sözünü hatırlatmaktadır..!! Ancak, burada bu söz, tersine çevrilmelidir ve “NAMUSSUZMUŞ, NAMUSLU..” demelidir.. Çünkü, karşımızda “namuslu görünümlü”, hadi o sözü söylemeyelim, bir sürü OMURGASIZ VARDIR... Bunların dini imanı paradır.. Namus, erdem veya ahlak gibi insanlığı taçlandıran kavramları yoktur..!! Şimdi konumuza dönelim.. Yani Tuğba Özay olayına.. Adı geçen şahıs, mankendir.. Üstelik güzel bir mankendir.. Ve elbette, magazin programları ile gazetelerin magazin haberleri arasında sık sık kullanıldığı için toplum tarafından da tanınmaktadır.. İşin, doğasında bu vardır...!! Ancak, özellikle yazılı basının manken Tuğba Özay’ın gözaltına alınmasından itibaren yaptığı yayın mide bulandırıcıdır..!! Attıkları haber manşetleri ise o pek savundukları ve sevdikleri AB yasalarına ters düşmektedir.. Bir insanın yargılanmadan mahkum eden ve toplum vicdanında mahkum olmasına neden olan o manşetler..!! Bakın bunlardan bir tanesi şöyle “Mafyanın Podyumdaki mankeni”.. Adama sormazlar mı, “Siz nereden biliyorsunuz?” diye.. Yoksa siz de mi mafya üyesisiniz.. Söz konusu sizin kızınız olsaydı, bu manşeti, daha ifadesi bile alınmadan böyle hoyratça manşet atılmasına müsaade eder miydiniz..? Ya da bu haberleri okuduğunuzda kalbiniz sıkışmaz mıydı..? Bu nasıl bir ahlaksızlıktır ki, yargılamadan insanları mahkum ediyorsunuz, mahkemeden serbest bırakılsalar bile toplum vicdanında kişileri mahkum ediyorsunuz..? Sizin ne hakkınız var buna..? Kim verdi yetkiyi size..!! Aslında, işte bu yüzden, en büyük mafya siz olmuyor musunuz? Medya, ne zamandan beri hem savcı, hem hakim hem de hapishanedeki gardiyan oldu..?

“İşte size kulandığı viagradan sevgilisinden yediği dayağa, bunaldıkça tüfekle ateş etmesinden polise hakaret etmekten aldığı cezaya kadar mafyanın podyumundaki mankenin müthiş öyküsü...TIKLAYIN”

Evet, bu cümle, bir gazetenin bu işten ne kadar zevk aldığının kanıtlayacak olan haber spotudur..!! Kodadımedya, kimsenin namus bekçisi değildir, olacak da değildir.. Ancak, kamuoyunda “Yargısız infaz” diye bir olgu her zaman tartışılıyorsa, bu örnek “YARGISIZ İNFAZ” olayının tam göbeğidir... Tıpkı, Almanya’da Katarina Blum’un Çiğnen onuru gibi.. Ve yine tıpkı, Şemdinli’de, daha olayın ne olduğu anlaşılmadan işbirlikçi medyacıların suçsuz olduklarını bildikleri halde, hatta astsubayların ifadeleri bile alınmadan suçlu ilan etmeleri gibi..Bu ahlaksız durum, sadece Tuğba Özay olayı için geçerli değildir.. !! Bu garip, gayri ahlaki durum, emekli askerlerin, emekli generallerin hatta yazarların “ÇETE” diye suçlanarak, haklarında her türlü yayın yapılmasında da geçerlidir..!! Dinleme yoluyla elde edilen Telefon görüşmeleri, KANUNLARLA YASAK OLMASINA RAĞMEN gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanmaktadır.. Ancak, medyanın tepe yöneticisi olarak sizin, BAŞBAKANA HAKARETLER ettiğiniz telefon kayıtları yayınlandığında ÖZEL HAYATA tecavüz diyerek feryat figan edeceksiniz..? Oohh, suyundan da koyun efendiler..!! Bunun adına “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu..” demezler mi..? Derler di’mi..? Derler..!! Derler..!!Size yapıldığında, canınız acıyacak ve bağıracaksanız, ama siz hemen hergün başkalarının canını acıtacaksınız..!!İşin tuhaf tarafı, yayınlanması yasal olarak yasak olmasına rağmen, yayınlanması durumu karşısında savcıların ve mahkemelerin ses çıkarmaması, işi çok daha açıklı yapmaktadır..!! Başkalarına geçerli olacak KANUN, size geçerli olmayacak öyle mi..? Bu duruma “Yok yaa, senin annen güzel mi..?” diye sormazlar mı..? Sorarlar.. En azından, yiğitler yiğidi www.kodadımedya.com sorar.. Düşünebiliyor musunuz, insanlar daha yargılanmadan, dosyaları daha savcının önüne gitmeden “ÇETE”, veya “MAFYA” olarak hemen suçlanmaktadırlar..!! Oysa “ne oldum dememeli, ne olacağım demelidir”.. Çünkü, bu işler belli olmaz, bir gün siz de altta kalabilirsiniz.. İşte o zaman “DEMOKRASİ, HUKUK veya kanuni haklar” diye bağırmaya hakkınız yoktur..!! Unutmayın ki, onlara yapılan “Tecavüz”, bir gün size yapıldığında serzenişte bulunmaya hakkınız olmayacaktır..!!Bunlar kabul ettikleri, AB yasalarına bile ters düşmektedirler.. Sıkıysa Avrupa’da insanları böyle suçlasınlar.. Yapamazlar, çünkü orada medyanın 1. Kuvvet değil de 4 Kuvvet olduğunu çok iyi bilirler..!! Eğer oralarda yaparsanız bunun bedelini de ödersiniz.. Hem de yudum yudum..!!

Oysa, MEDYANIN İÇİNE DÜŞTÜĞÜ DURUM BAKIN NASILDIR..Türkiye’de karanlık kafaların sıktığı alçak kurşunlara hedef olarak şehit düşen rahmetli Çetin Emeç, “Yapanın yaptığı yanına kar olarak kaldıkça yine yapacaktır” demişti.. Bu sözü biraz geliştirirsek, “Yapının yaptığı yanına kar kaldıkça, yeniden yapacaktır ve BAŞKALARINA DA ÖRNEK OLACAKTIR..” Dolayısıyla bu ahlaksız durum her geçen gün yayılacaktır.. Toplumun içinde kanser hücresi gibi metastas yapacaktır..!! Eskiden “Haber Namustu”.. Ve haber tarafsız yayınlanırdı.. Yorumu yazarlar yapardı.. Şimdi ise haber, her grubun dünya görüşüne ve maddi çıkara göre, burayı dikkatli okuyalım “Maddi çıkarına” göre şekilleniyor.. Şimdi, her şeye karşı tertemiz kalmış basın mensubu arkadaşlar Orhan Gencebay’ın şarksısında dediği gibi “Düzen bozulmuşsa biz mi yarattık” diyeceklerdir.. Bu soruya verilecek tek bir yanıt vardır..Elbette, siz yaratmadınız ancak, medyanın en ağır sorunu “Ahlaklı gözüküp, ahlaksız olanların” medya üzerine kurduğu kahrolası baskıdır.. Bu da idealist arkadaşların kurtulması gerektiği safralardır..!! “Doğan görünümlü, Şahinlerin” bu meslekte yeri asla olmamalıdır..!!Medya istiyor diye içeri atılan veya toplum vicdanında yargılanmadan “Mahkum” olan o kadar çok insan vardır ki.. İşte, medyanın içine düştüğü son durum maalesef budur..!! Bu durumun; yıllar önce Almanya’da Katarina Bulum’a yapılan ve İletişim Fakültelerinde örnek olarak okutulması gereken “Katarine Blum’un çiğnene onuru” ile daha yargılanmadan medya tarafından mahkum edilen Şemdinli’deki astsubaylar veya yine medya istedi diye “çete” suçlamasıyla içeri atılan yazarların ve emekli subayların çiğnenen onuruyla hiçbir farkı yoktur..!! Tuğba Özay için de durum aynıdır.. Tuğba Özay için atılan o manşetlerdeki “iştah” da yıllar sonra bile hatırlanacaktır.. Tuğba Özay belkei de tutuklanacaktır.. Ama daha savcı karşısına bile çıkmadan bir insanı veya insanları yayın yoluyla mahkum etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur..!! Bakın, Almanya’da 1 defa yapılmıştır ve bu kitaplara konu olmuştur..!! Biz de ise hergün onlarca insana yapılmaktadır ve kimseden ses çıkmamaktadır.. Bu, çok tuhaf enteresan bir durumdur..!!Aslında hazindir..!! Bu durum şunu gösermektedir..Medya düzelmeden, Türkiye düzelmeyecektir..!!
2007-08-11 15:58:41 , http://www.kodadimedya.com/detay.php?id=20013

09 Ağustos 2007

PROF. DR. YALÇIN KÜÇÜK

22 TEMMUZ TEZLERİ

Yalçın KÜÇÜK - 23 temmuz 2007

--hapiste, sevgilisi tarafından terk edilen mahpus misli çaresiz oldum. çaresizlik içten yanmak, dışa görünmez duman salmaktır. dumanımı gördüm.--

Birinci Tez : a) Seçimin çıplak mağlubu, Deniz Baykal’dır. b) Mutlak mağlubu, Tayyip Erdoğan oldu. c) Devlet Bahçeli, hiç kazanamayan olarak, çıkıyor. Bu seçimle, gelecek itibariyle, önünü kapatmış görünmektedir.

İki : Tayyip Erdoğan, duramayacağı bir tepeye çıkartılmıştır. a) Düşer. b) Düşürülür.

Üç : Bir seçimde ve son on beş gününde bu kadar ağır söze, suçlamaya, dışlamaya muhatap olan bir kimsenin, başka sebepler bir yana, başbakanlıkta kalmasını düşünemeyiz. Ya düşer/düşürülür ya da cumhuriyet kadük olur.Artık zaaflarını görebildiğini anlıyoruz; seçimden hemen sonra, söylenenlerin seçim alanlarında kalmasını istemesini ve bir “ak sayfa” hayal etmesini, böylece anlamak durumundayız. Buna mutlak ihtiyacı var.Burada, DB ye güveni tamdır.Arada bir “Kudüs Mutabakatı” olduğu ortaya çıkmaktadır.

Dördüncü Tez : O halde, cumhuriyet’in, “düşme” veya “kadük” halindeyiz. Son aşama’dır.Demek ki ve artık cumhuriyet “sara” haline girmiştir; bu Arabi kelime, Türkçe “düşme” ve Latince, “caducus” veya “caducarii” sözcüklerinin karşılığıdır. O halde en aşağı aşama’dayız.Osmanlı’ya “l’homme malade” deniyordu ve şimdi “hasta cumhuriyet” dememiz yerindedir.

Beş : 22 Temmuz, seçim değil “oyun” olmuştur.Ve “Caligula” oyun içinde oyun’dur.

Altıncı Tez : “Oyun” esas, Mayıs Sonu-Temmuz Sonu arasında sahneye konmuş görünmektedir.a) Barzani ve Talabani isimlerini yeni öğrenmiş olan DB, bir de Öcalan’ı ekleyerek, seçim hitabetini bunlar üzerine kurmuş ve sürekli “sınır ötesi” tezkere istemişti. b) Öte yandan, DB de, buna ip ve idam ile şiddet artırımı yapıyordu. Seçim platformlarında hep sözlü sehpalar kurulduğunu hep hatırlamak zorundayız.İşte tam bu ve aynı zaman aralığında, bir de, kurmay sınıfının, ne yazık, yeniden sınıfta kaldığını müşahede ettik. Ak-ist hükümetini, düvel-i muazzama’nın ne gerekçeyle kurduğunu unutan yüksek komutanlık da, seçim dönemi olduğunu dahi hatırlamadan, “bir tezkere” alması halinde Musul’a müdahale edeceğini tekrarlamıştır. Amma bücür seçimin çok kısa kampanya süresince bu diskur şaşırtıcıdır. Dolaylı olarak Barzani’nin seçim alanına çekilmesi demektir.Bu seçimde Barzani mebzulen rey atmıştır ve ak-ist sandıkları doldurmuştur. Batı yakasında, apocu kategorize edilen oylar, uras, tuncel ve erbaş’a atılanlardır; iki yüz bin sayıyoruz. Baskin Oran’inkiler, utangaç ak-ist diyebileceğimiz yeni mürtecilerin bir-iki bini dışında Barzanici Kürtlerden geliyordu. Demek ki bu bir oyun’dur. “Demokrasi” veya “zafer” adını verdikleri de işte budur.Barzani’nin oyun’a dahi “demokrasi zaferi” veya “ordu’ya karşı muhtıra” tabir eden gaflet ve dalalet sahipleri çoğunluktadır.Bunlara kısaca “yoldan sapmışlar” dememiz yerindedir. Çokturlar.Ne olmaktadır, böylece yapılan, akistler’in heybesine iki büyük ganimet koymaktır. a) ak-istler, Türkiye ve Musul Kürtleri’nin hamisi ve koruyucu haline getirildiler. b) Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakı bu şekilde perçinlenmektedir. Bu perçin, ilk olmaktadır.Ben kırk yıldır bunu, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin birliğini önlemeye çalışıyordum.Kırk yıldır Türk ilericileri ile Kürt ilericilerinin birliğini kurmaya çalışıyordum. Benim gezilerim budur.İş, önce “ilerici” yapmaktır. Önceleri kazandım. Şimdi kaybettim. İnsanlar ana rahminden “ilerici” çıkmıyorlar; devrimci, gerici doğanı, ilerici yapandır, bunu ilke biliyordum. Kürtleri ilerici yapmaya çalışıyorduk, yaptık. Şimdi yokturlar.O halde akistler’in Doğu illerinde “tulum”çıkarmaları ve İzmir misli Batı illerinde büyük sıçrama yapmalarının en büyük nedeni buradadır. Kuşkusuz başka nedenler var, ancak, önemli olan budur ve bu bir hediye’dir. Üç el ile bir “zafer” hediye edilmiş olmaktadır.Nitekim, Mayıs sonunda DB nin seçimin birincisi olarak görülmesi ve bir ara “başbakan” olarak dolaşması ve seçim gecesi TE nin, Fikret Bila’ya, başlangıçta böyle bir sonucu hiç beklemediğini tevil yollu ikrar etmesi bu merkezdedir. Başta TE ve Mhp başkanı DB, seçim sonuçlarına “hayret” etmelerinin bir nedeni buradadır. Tek neden olmamakla birlikte çok önemlidir. Bu pratikte diğeri teoride son derece önemlidirler.

Yedi : Oyun, hediye’dir.Siirt seçiminin, a) iptal ile aceleyle tekrarına karar verilmesi ve b) yenilenen seçime TE nin aday kabul edilmesi hukuk dışıdır. Demek ki TE nin milletvekilliği ve başbakanlığı da hukuk dışı ve hediye olmuştur.TE, başbakanlıkta hukuk dışı kalmıştır.Demek ki DB, başkaları bir yana, sırtında hep, içinde TE için hediye dolu, bir heybe taşımaktadır.

Sekizinci Tez : Sonuncu hediye’yi ve oyunu gördüm ve hep bozmaya ve/veya ertelemeye çalıştım. Çaresiz kaldım. a) DB’ye “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacaksın” demem, b) Seçimden kaçtığını ve bir hafta Cenevre’de, Avrupa’nın en karanlık dönemini açan Viyana Kongresi’ne atfen, “Kongre Eğleniyor” sözünü çağrıştırdığını, işaret etmem, c) Daima bu meşruiyetten yoksun seçimin geciktirilmesini önermem, d) Seçim’den hemen sonra deniz savaşının başlayacağını ve deniz’in dalgaların altında kalacağını haber vermem de hediye’yi, önceden görmüş olduğumun göstergeleri değerindedirler. Ama etkileyemedim ve çaresiz kaldım.DB, artık dalgaların altındadır.Orada kalacak ve orada tutulacaktır.Başta TE, orada tutacaklar.DB olmadan TE’nin başbakanlıkta kalması düşük ihtimaldir.Ama ben, “kalamaz” demek durumundayım. Çaresizlik, şimdi daha uzaktadır.

Dokuzuncu Tez : Pek çok ahmağın kelam eylediği üzere, ak-istler, ordu’ya karşı bir söylem nedeniyle hükümette kalmadılar ve tam tersine, diskurları hep “ordu ile anlaştık” olmuştur.AD televizyonu ve matbuatı hep bu anlaşma haberini yayıyordu ve buna “Dolmabahçe Mutabakatı” adı veriliyordu ve hala verilmektedir. AD kalemşorları ve spikerleri, Mutabakat’ın bir tarafına Bülent Hamido Arınç’ın ayağının altındaki toprağın çökertilmesini, CB için türbansızlığa doğru uzlaşmanın kabulünü koydular ve öte yandan, diğer tarafında da, Caligula’nın görülmemesi var. Bunu açıklamadılar, amma, öyle mütalaa etmek isabetlidir. Seçimden önce formüle ettiğim “oyun içinde oyun”, işte budur. Gerçekten bu mudur; söylemek zor, ancak, benim böyle baktığım kesindir. Ve en azından “oyun içinde oyun” sözü kayıtlıdır.

On : O halde 22 Temmuz’a “halk muhtırası” demek bir falsifikasyondur. Yüksek komutanlığın bu “mutabakat” edebiyatını tekzip etmekten ısrarla uzak kalması ve buna kuşku düşürebilecek her türlü hareketten kesinlikle sakınması, falsifikasyonun ispatıdır. Bu, bir ve daha da önemlisi halkın olmadığı yerlerde, “halk muhtırası” demek abesle iştigaldir.Kaldı ki, A. Gül’ün son günde bile, 27 Nisan Açıklaması’nın “tamir edildiğini” söylemesi, falsifikasyonun ön-falsifiye edilme halidir.

Onbirinci Tez : 3 Kasım 2002 Seçimi’yle ilgili “Üç Kasım Tezleri”, o gece kaleme almaya başlamıştım, çok acıdır. Üç Kasım Tezleri’nin beşinci tezi şudur:“Beşinci Tez: Cumhuriyet, tarihinin en büyük krizi ile karşı karşıya gelmiştir. Tanımlarını reddeden bir fiili durum var ve Cumhuriyet, düşünebilen kadrolarını ve kaynaklarını tüketmiştir. Krizi kavraması imkansızdır.”Cumhuriyet krizinin temelinde “kemalistlerin kemalizme ihaneti” var; ancak ihanet süreci içinde akılları ve paradigmaları da değiştiği için krizi kavramalarını bekleyemiyoruz ve kavrayamamaktadırlar. Şimdi ne seçim’i ve ne de oyunu anlayabiliyorlar; bu nedenle, “22 Temmuz” üzerine söylenenlerin hepsi laf salatasıdır.Bu durum, ak-istlerin hükümette tutulmasından daha vahimdir ve umut kırıcıdır.

Onikinci Tez : 22 Temmuz, “seçim” değil, 12 Mart 1971 Senaryosu’nun tekrar sahneye konmasıdır.a)12 Mart, 1960’lı yılların Harikulade Yükselişi’ne tepki idi. Arayan, soran, tartışan sınırlarını aşan ve ufkunu genişleten bir insan çıkıyordu, korkulmuştur. Sonunda, 15/16 Haziran 1970 günlerinde işçi-insan sel olmuş, sendikal haklarının önüne konulan barajların üzerine yürümüştür. 12 Mart, insanın yükselişine karşıdır.b) Nisanist yürüyüşler daha ürkütücü olmuştur. “Never-again!” demişlerdi ve bu acele ve bücür seçim işte bunun için düzenlendi. Nisancıların rüzgarını almak için, hukuk dışı oldular ve telaşla ikinci 12 Mart’ı sahneye koydular. Hepsi bu kadar.12 Mart Muhtırası’nda ne kadar halk varsa bu oyunda da o ölçüde halk olmuştur.a) Adayların tesbitinde hiç yoktular. b) AD gazeteleri hala pek çok bacım-milletvekilini falan filan’ın “eşi” olarak yazıyor, hala eşleri var, kendileri yokturlar. c) Dört veya beş kişi uzaktan, “tele”, atıştılar. Bu atışmaların daha iyileri Yedi Kule’dedirler. d)Bir tek mahalle ve kahve toplantısı yapmadılar.Halkı hep nisanist gördüler, çoktular, abd’ye, ab’ye, toprak ve vatan satışına karşı idiler ve çok korktular. Korkuda ortaktılar.

Onüç : 12 Mart Muhtırası halksız bir seçimdir.22 Temmuz’da halk yoktur.Meşrutiyet’ten beri ilk defa bir seçimden halkı kovdular.22 Temmuz, seçimsiz hükümet olmanın en yüksek aşamasıdır.Halkın, siyasetten ve seçimden çıkarılmasının son aşamasıdır.Bu oyuna, iktidar mevkiinde bulunanların hiç itiraz etmemeleri çok öğreticidir.Bu oyuna, de facto, tek gazete ve tek televizyon ile girilmiştir. Bücür seçim döneminde AD televizyon ve gazetesinin, depolitizasyonu had safhada propaganda ettiğini biliyoruz; halkı seçim olmadığına inandırmaya çalışıyordu. Adeta kimselerin duymadığı bir seçim oynanıyordu. DB’nin AD ile kaynaşmış hareketi veya hareketsizliği çok dikkat çekicidir. DB, kaçıyordu; bir tek AD’nin ipine güveniyordu ve sarılıyordu. Şimdi dalgaların altındadır.AD matbuatının, seçimlerden sonra , her ne demekse, “bir aileyiz” reklamları yapması, bilboard’lara çıkması ve sayfa sayfa ilanlarla Atatürk’e sığınmalarını suçluluk hali olarak anlayabiliriz.Bu seçimde parti örgütleri de yok oldular. Mitinglerdeki platformları da reklamcılar kurdular. Halka, tele’nin dışında hiçbir bilgi akışı olmadı; bu bir devlet politikasıdır. Eylülist Darbe’den sonra hep “erken seçim” yapılmasının nedeni budur; halksız politika devlet doktrini’dir.Partiler, halkın politika yapmasının vazgeçilmez araçlarıdır. Artık politikanın gaspçıları, moda deyimle, kap-kaççı’ları oldular.Üç-dört “parti”, halkı politikadan çıkardılar.Üç-beş , bütün tahsilleri boyunca ortaya dereceyi aşamamış “lider”, parti teşkilatlarını lağvettiler. Artık yokturlar.Bundan böyle işte bu “liderler” değişmezler. Aralarına yenilerini sokmazlar. Bu devlet doktrinidir ve “demokrasi” lafı bunun üzerine geçirilmiş bir şaldır.

Ondördüncü Tez : Tütüncüler de verdiler, fındıkçılar da verdiler; timsah göz yaşları dökmek demektir.İstanbul’da işsiz işçi, asgari ücretle kapı bekleyen genç kız, sigortasız özel güvenlikçi, muhtemelen, bunlar da verdiler. Oy sayımına güveneceksek, vermiş olmaları gerekmektedir.Buna şaşıramayız, şaşıranlar, a) yenilik mücadeleleri tarihini b) sosyal mücadelenin ne anlama geldiğini c) yıllardır bir takım insanların işkenceye ve zülme göğüs siper ederek neden halkı ve işciyi bilinçlendirmek istediğini, d) zülum idarelerinin bunları bastırmak için hiçbir zülmü eksik bırakmadığını, ve asıl önemlisi e) Tağmaç-Evren-Özkök diktatorlarıyla, cumhuriyet insanının çökertildiğini ve sınıfi bakışın ortadan kaldırıldığını bilmeyen cahillerdir. Bunların diğerlerinden hiç farkı yoktur.1963 yılında dahi Türk insanı Roma’nın varisi ve Avrupalı’dır.Şimdi ne olduğuna karar verebilmek için tarif tartışması zorunludur. Yapmıyorum. Ancak, Cengiz Han’ın sürülerinin tahribatını hatırlıyorum. Bu tahribattan yeni bir yürüyüş ve kuruluş ile çıkmıştık. Romalı oluşumuz işte bu kuruluştadır.

Onbeş : Bu insan, çok uzun ve çok kapsamlı bir mücadelenin ürünüdür. En erken Tanzimat ile başlar, Meşruiyet ile devam eder ve Cumhuriyet ile yeni kişiliktedir.İkinci Mahmut ve Tanzimat, bizde yeni ve akli insan yaratma mücadelesinin başlangıcıdır.Bu insanı bozmak da uzun sürmüştür; Tağmaç-Evren-Özkök büyük bozuculardırlar.

Onaltıncı Tez : Halit Ziya Mai ve Siyah’ı, Halide Handan’ı, Reşat Nuri Çalıkuşu’nu, Yakup Kadri Yaban’ı boşuna yazmadılar. Başkalarıyla birlikte bunlarla, yeni insanı, bizi, kurdular.

Onyedi : Türkiye İşci Partisi’nin kurucu başkanı Mehmet Ali Aybar, Doğu seferine çıktığında, “Marabalar, Irgatlar, Kardaşlarım” diye haykırıyordu. Onlara, şeyh ve ağalardan ayrı olduklarını haber veriyordu. Ayrı olduklarını bilmek sınıfi bakışın başlangıcıdır. Sınıfi bakış, çıkar ve dolayısıyla ekonomi temelli olduğu için akılcılığı içinde taşımakta ve büyütmektedir.Doğu halkı bu çağrıyı daha çabuk sevdi. Batı’da, Türkiye İşci Partisi’nin toplantılarını, Fethullah Gülen’in başkanlığındaki komünizmle mücadele dernekleri basıyordu. Güvenlik güçleri yardımcıdırlar.Sol ahmaklar, sınıfi bakışın var olduğunu sanan zavallılardır.Sınıfi bakışı yaratmak, “sınıf” sözüyle başlamaz; alfabesinde, yönetenlerle yönetilenlerin ayrı tayfalar olduğunu göstermek yazılıdır. Ancak bundan da önce “sol”, rasyonalizm’dir. Rasyonalist olmayan, sınıf içgüdüsü ile hareket etse de sınifi bakma imkanından uzaktırlar.

Onsekiz : Kitabi dinlerin kendine has mantıkları vardır; İslam, yükselişi ve yayılma aşamasında Aristo’yu asimile ediyordu. Tarikatlar’da ise akılcılık yoktur, karşıdırlar; İslam’ın içinde sayılıp sayılmamaları tartışmalıdır. Ben saymıyorum. Akıl değil duygu yüklüdür; erotizme, bunun ötesinde dinsel bozulmaya çok yakındırlar. Masoşizm de yakınlarındadır; acı verenleri, yerde süründürenleri, aşağılayanları seviyorlar.Akistlere oy veren tütüncüler ve fındıkçıların tarikatlara bağlı olduklarını tahmin edebiliriz; ancak masoşist olduklarında kuşku yoktur.

On dokuz : O halde, listelerin pek çok yerlerini tarikat şeflerinin belirlediğini unutabiliriz; amma, oylara tarikatların hükmettiğini ise asla unutamayız. Çünkü matbuatları, tarikatları yazdılar; tek tek değil tarikat tarikat aldılar.O halde, durum bu olduğuna göre, bir halk zaferinden, bir sivil muhtıradan ve doğrudan doğruya bir seçimden söz edenlere, kargaların gülmeleri uygundur. Ben de çaresizlikle istihza ediyorum.Tarikatlar, akistlere “oy” taşıdılar.

Yirminci Tez : Bu oyun, Tel-Aviv, Abd, AD ve FG adlarına yazılıdır.

Yirmibir :Z.Livaneli’nin ifşa ettiği, DB’nin, TE’yı gayri meşru Siirt seçimi ile meclise sokup başbakanlık koltuğuna oturtmak üzere düzenlediği komplo çok önemlidir ve başarılı olmuştur. Benim, ne yazık ki pek yalnız bir şekilde ve başından itibaren Siirt seçimini ve dolayısıyla TE’nin başbakanlığa oturtulmasını meşru görmediğim hatırlandığında bu ifşaatı doğru bulmam doğaldır. Doğru buluyorum.DB, mugalata ile bir anayasa değişikliğine dayanmaktadır. TE’nin tekrarlanan Siirt seçimine kabul edilmesinin anayasa değişikliğiyle ilgisi yoktur. Yasaklı veya yasaksız, Siirt seçiminde TE’nin yeri yoktur ve hediye almaktadır.Livaneli’nin ifşaatına göre DB, Aralık 2002 tarihinde, Mehmet Sevili’nin, terlikle girilen evinde, TE’yi kanunsuz olarak meclise sokmaya karar vermiş ve daha sonra da TE-DB özel yemeğinde, Ben-Gurion ve Adnan Menderes gizliliğine özen gösterildiğini anlıyoruz, tarikatları-şeyhleri ve ağalarıyla Doğu’yu TE’ye bırakmıştır. Kendisinin laik Batı’yı aldığını öğreniyoruz.Ancak DB’nin bu işi kendiliğinden yaptığına inanamayız. Washington-İsrael planlarına uyum var ve Ben-Gurion ve Adnan Menderes’inkini hatırlatan bir seromani ile, Bop’un temelleri atılmaktadır. “Kudüs Mutabakatı” adını vermemiz yerindedir.Dolayısıyla DB’nin bu seçim oyununu böylece tertip ile bütün sahneleri teslim etmesini de özgün kabul edemeyiz. Burada da taşeron’dur.

Yirmi İkinci Tez : Üç transformatör veya bozucu ortadadır; a) İmam-hatipler din bilgisi vermek için değil, cahiliye devri insanları yaratmak üzere çalışmaktadırlar. TE’nin de din bilgisi pek çok zayıftır. b) Televizyonlar, diziler, dizici ve manken yaşamları ve diğerleri bir diğer bozucudur. Hiçbir mantık ve ahlak ilkesi olmayan, hedonist, taklitçi ve vücudunu piyango bileti sanan, insanlar imal edilmektedirler.

Yirmiüç : c) Asıl transformatör, pkk’dir ve vazgeçilemez konumdadır. Pkk ile bütün hukuk sisteminin ve güvenlik teşkilatının kolaylıkla bozulması bir yana, varlığı, Doğu’nun şeyh ve ağalara teslim edilmesinin tek ve en kesin yolu olmaktadır. Bu sayım bunu doğrulamaktadır; demek ki Türkiye, Kürtler’den önce Türk politikacıları ve iktidarları tarafından bölünmektedir.Ahmet Türk bile bozulmanın hızına şaşırmış görünmektedir.Demek ki, devlet, bir süre daha pkk’ya muhtaçdır.

Yirmi Dördüncü Tez: Fabrikaları ilahi sessiz, caddelerinde yürüyenleri olmayan, üniversiteleri sürü imalathanesi olan bir Türkiye esastır. Yaklaşılmıştır.

Yirmibeş : Fındık üreticiler de ak-istlere verdi, yollu timsah göz yaşı dökenin de ak-istlere oy vermiş olması ihtimali yüksektir. Çünkü, Bilkent, Bilgi, Sabancı türü üniversitelerin akepe ocakları olduklarından kuşku duyamayız.

Yirmi Altıncı Tez : Bu tablodan uzaklaşabilmek için, ilk planda, Chp ve/veya Mhp’nin, Kürt ortamında kendi kopernik devrimlerini yapmaları şarttır. Amma mümkün ve muhtemel olmaktan uzaktır.

Yirmi Yedi : Chp ve Mhp, puanlarının en yüksek noktasını elde etmiş durumdadırlar. Bundan sonra yalnızca düşürmek eğilimleri var.

Yirmi Sekizinci Tez : Yapılmayan seçime üzülmek anlaşılabilir, ancak yersizdir. 22 Temmuz’un hiç kıymet-i harbiyesi yoktur.

Yirmi Dokuz : 22 Temmuz, bir darbedir.Anayasa’ya göre tarafsız olmaları gereken, iç işleri, adalet ve ulaştırma bakanları şeklen dahi tarafsız olmamışlardır.Yüksek Seçim Kurulu, bir kuruldur, güvenden yoksundur ve seçim ve sayım yargı denetiminden yoksun kalmıştır.Tayip ERDOĞAN, 12 Mart Darbesi başbakanlarından Naim Talu mislidir. Daha sağlıksız, daha az yetişmiş veya yetişmemiş olabilir; fakat aynı kategoridedir. 12 Mart Meclisi’nden farkı, öncekiler hazır bulunmuştu, bunlar, yer yer çok acıklı, fakat çok zaman güldürücü sahnelerle derlenmişlerdir.Şimdi çıkartıldığı tepede şaşkın bakmaktadır. “Beni kim itti” yollu soran gözleri var. Ürkmüş ve hatta korkmuş görünmektedir.

Otuzuncu Tez : 1923 Cumhuriyeti’ni tamir ile kurtarma kapısı kapanmıştır. Devrimci bir şekilde İkinci Cumhuriyet’i kurmak tek yoldur.Heyecanlı, zahmetli, iniş-çıkışı olan, uzun bir yoldur.Bir uzun yolun başındayız.

Otuzbir : Yol, Çaredir.

Prof. Dr. Yalçın KÜÇÜK

06 Ağustos 2007

MEDYAPOLİTEN YAZILAR


RENKLİ MECLİS’TEN “RENKSİZ” ANAYASA:
YA DA ‘SEÇİM TEZLERİNE’ ZEYL


Veysel Batmaz

Renkli bir yıkım Meclis’i olacağını neredeyse herkesin önceden “bildiği” TBMM’nin 23 Temmuz 2007 sabahı oluşan aritmetik bileşiminde var olan resim, medyası renkli ama üniversitesi ve kendisi renksiz bir toplumun (artık ona toplum demek de sosyolojik anlamda olanaksız) tüm rengârenkliğinin aslında biteviye gri bir degrade ton olduğunu çarpıcı olarak gözümüze sokuyor.
MHP, DTP’nin elini sıkarken, neden sorusunu sormadan elimiz şakağımızda, düşünmüyoruz. Bu jest bile artık olağan geliyorsa, aklımızı zorlamadan kabullenmenin son aşamasındayız; hele bir “kısmî medya”nın, bu olguyu nitelerken kullandığı sözcüklerin artık kavram olmadığı bir sürece sürüklenmiş bulunuyoruz. Bu tam bir “anomi.”
Bu toplum artık toplum olmaktan hızla uzaklaşıyor ve kimliklere ve derin ideolojilere bölünmüş “cemaat’ler” davranışıyla, zekâsız ve akılsız, Malinowski’yi bile şaşırtacak bir işlevsizliğe gümülerek, neredeyse Trobriand adalarındaki o “ilkellerin” toplumsal varoluşlarını bile özletecek hale geliyor (Bkz: Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev: Saadet Özkal, Kabalcı Yay., tarih yok).

Evet, orada kurallar buradakinden daha işlevsel ve anlaşılır. “El sıkma” ne demek herkes biliyor orada, simgesinin göstermediği riyâkârlıkla da kullanmıyor; burada ise neyi imliyor “el” sıkma, bilemiyoruz. Bilsek de, Devlet’in elinin DTP’ye neden uzandığını anlayamıyoruz. Hoş bir jest mi, anlamsızlık mı? Sanki İngiliz avam kamarasındayız. Lordlarda olmaz bu. Zorlasak da, bu “el” sıkmayı anlayamayacağız; bilişimiz artık işlevsiz bir kendiliğindenliğe dönüşmüş. Artık davranış, işlevden uzak; neredeyse Freud’un çocukluk çağındaki baskının ergenlikteki patalojik dışavurumu gibi derin bir psikanaliz sağaltım gerektirecek regrasif düzeye erişiyor. Türkiye Cumhuriyeti, Mete Tunçayların hep yanlış olarak niteledikleri, tek parti “diktatörlüğü” içinde yaşadığı bir çocukluğun, regrasif sublimasyonuna doğru mu ilerliyor? “Musa’nın çocukları” mı bu patolojik travmanın ifadeleştirilişini üstlenenler? Moiz Kohen-Tekinalp, Mehmet Mehdi Ziya Gökalp, Avram Galanti-alp, Hüseyin Feyzullah-alp, Alpler çoğalıyor ve hepsi Musa’ya biat edip Türklüğü savunuyor. Onlar İslamik varyanta karşıydı. Bugünlerinki İslamcı, Musanın biatçılarına kapı açıyorlar, fark bu mu? İslamsız Türkçülükten, Türkçü İslamcılığa... Denemiştik; şimdi bir de Kürt mü ekleniyor? Evet, Türkiye’de artık, sağ sol değil; İslam-Laik değil, Freud ve Malinowski çarpışıyor. (Bkz ve Krş: Sigmund Freud, Musa ve Tektanrıcılık).
Çocuklukta (kuruluşta) yaşananlar mı, yoksa hergün yeniden ve yeniden yapılandırılan, toplumsal-ekonomik işlev mi, gelenek ve görenekleri (ideolojiyi) yaratıyor? Soru ve çarpışan taraflar bu.

(1) AKP’nin globalist kapitalist “sbt” devletin partisi olduğu açıktır. Seçim sonuçlarına hiç kimse şaşmasın, anlayışsızlık yapmasın. Hile falan olduğunu düşünmesin.

(2) 12 Martçı ve 12 Eylülcü “Atatürkçülük” bitmiştir. 12 Eylül’ün en sağlam YÖK başkanı, Mehmet Sağlam, devlet terbiyesi ile AKP milletvekilidir. YÖK’ü "Atatürk YOK" yapıp, Mustafa Kemal’i tarih kitaplarından ve tedrisattan yok eden bir kişi Ulusal olmayan Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilecektir.

(3) Ordu, İT’ciydi; artık o da bitti. Devletin bahçesinde artık Gül açacak. TSK, STK’lığını yavaş yavaş kaybedecek.

(4) Barzani seçimin tek galibidir. Büyük Ortadoğu Projesi gibi ne olduğu muğlak bir yapı taşının yerine, ne olduğu “açık ve net” bellli olan, Kürt Birleşik Devletleri kurulması projesi “açık ve net” olarak başlamıştır. Bu devletin meclisinin adı “Kürdistan Büyük Millet Meclisi” olacaktır.

(5) PKK işlevini tamamlamıştır. Oy alamadığı gibi artık lojistik desteğe de sahip değildir.

(6) AB yenilmiştir. İki kez yenilmiştir: (a) Seçim Gözlemci Heyeti, seçimlerin “hilesiz” ve “demokratik” yapıldığına hükmetmiştir. (b) ABD artık bölgenin İsrail ve Barzani ile tek hâkimidir. Payandası İngiltere ise, dümen suyundadır. Dümen ise belli, biziz.

(7) Türkiye uluslararası işbölümünde sınıf atlayacaktır. Satılması bittikten sonra, ama mutlaka daha “sonra”. Türkiye, eski teknolojileri ile global kapitalizme, katma değeri düşük “ara malı” işleyen bir ekonomik yapıya; doğal tarımı ve hayvancılığı yok edilmiş, ekmeğe muhtaç hale getirilmiş tam bağımlı ancak istihdam sorununda yedek iş gücü ordusunun optimum düzeyde tutulduğu çerçevede “orta-çevre” ülke haline, “küçülerek” gelecektir.

(8) Temel üçlü endüstri etkinlikleri, Turizm, İnşaat ve Tekstil, Çin’e bırakılacaktır. (Rixos oteller zinciri Çin’de otel ve resort yeri satın almak üzeredir.) Sadece Güneş ile idare edecektir; o da, o muazzam global tüccar Tıp fakültelerinin, “kanser yapar” fetvasına kadar.

(9) Bu üçlü endüstri yerine, hormonlu tarım, elektronik baskı teknolojileri (CD-DVD, vd.), ara-finans piyasası ve küçük ölçekli silah sanayi (jandarma ekonomisi) ikame edilecektir. “İkame” ekonomisi devam etmektedir.

(10) Seçimin sonucunda AKP büyümüş; milletvekili sayıları ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti küçülmüştür.

(11) Zafer Üskül’ün önerileri, “devlet”in globalistleri tarafından kabul edilmiştir. Devlet globalist hale gelerek, 12 Mart’ını da, 12 Eylül’ünü de tedricen inkâr ve ilga etmektedir. Bunu fark ettirmemeye çalışmak, yegâne “psikoloijik harbi” omuş ve olacaktır. Anayasa değişecektir. TBMM’nin teknik olarak Anayasa’yı külliyen değiştirmesi olanaksız olduğundan, yerine Başkanlık mekanizmaları ile yeni süreçler ikame edilecektir. Türkiye, ikame ekonomisinin yanısıra, ikame ideolojisi sürecine girmektedir. Atatürk ikâme edilmiştir.

(12) Türkiye’de İslamist istismarcılara hep aynı oranda oy çıkar: 1950 DP % 58; 1965 AP % 52; 1983 ANAP % 47; 2007 AKP % 46. Hepsi aynıdır. Hepsi dünya ekonomisinin dönüşümü içindeki “basamaklarda” “iktidara” gelmiştir.

(13) 1939’dan bu yana değişen bir şey yok. 2039’a kadar...

Veysel Batmaz