Add to Flipboard Magazine.

28 Ağustos 2005

30 AĞUSTOS ŞANLI ZAFER BAYRAMI HEPİMİZE KUTLU OLSUN!


Veysel Batmaz yazıyor...

KEMAL GÜRÜZ’ÜN REKTÖRÜ KEMAL ALEMDAROĞLU...

YORUM ve ANI:

Yıl, ya 1977 ya da 78. Türkiye malum odaklarca provake edilen sol-sağ çatışmasının tam içinde; her gün gerek sağdan, gerekse soldan 35-40 kişi ölüyor ve taraflardan bir tanesi Mehmet Gül’ün başkanlarından olduğu Ülkü Ocakları; diğeri de DEV-YOL ve onun yönlendirdiği eylemlerle kendi seslerini duyurmak için bağıran diğer CHP ve dışı sol fraksiyonlar. DEV-YOL’un merkezi ODTÜ. ODTÜ’de Kimya Mühendisliği bölümünde asistan olan Kemal Gürüz, Prof. Dr. Tarık Somer’in başkanı olduğu bölümde devamlı, olaylarda adından söz ettiriyor. ÖTK, Kemal Gürüz’e karşı. Çünkü, Gürüz, sağ fraksiyoların sözcüsü; bilhassa da Ülkü Ocaklarının... O sıralarda sağ tandanslı ODTÜ Mütevelli Heyeti, psikoloji bölümünden Prof. Dr. Hasan Tan’ı Rektör tayin ediyor. Beşbine yakın ODTÜ öğrencisi, stadyumda toplanarak haykırıyor: “Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz.” 9 aylık boykot ilan ediliyor... Nitekim 9 aylık boykot süresince Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamıyor ve istifa ederek yerini zorunlu olarak atanan Prof. Dr. Ilgaz Alyanak’a bırakıyor. Öğrenciler sevinçli, demokrat ve ilerici bir kimliği var Alyanak’ın. Ama o da bu kez Mütevelli Heyeti üyelerinin baskılarına maruz kalıyor; öyle bir heyet ki bu,ODTÜ’yü tanımıyor; Alyanak’a, ODTÜ’ye bir Atatürk Heykelinin dikilmesini söylüyorlar. Alyanak da, “bakın” diyor, “mütevellisi olduğunuz üniversiteyi tanımıyorsunuz; Türkiye’nin en güzel Atatürk Heykellerinden biri kuruluşundan bu yana Rektörlüğün bahçesinde duruyor; isterseniz hep birlikte gidelim ve çiçek koyalım toplantıdan sonra, görmüş de olursunuz.” Kerhen bu isteği kabul eden Mütevelliler, heykelin önüne gelince, orada zaten bir çelenkin durduğunu görüyorlar; çelenkte “ODTÜ ÖĞRENCİLERİ” yazıyor ve hemen hemen her hafta, kurumuş çelenkler yenisi ile değiştiriliyor. Bir zaman sonra Profesör Alyanak da Mütevellinin zorlamalarına dayanamıyor ve istifa ediyor. Bu kez onbine yaklaşan ODTÜ öğrencileri, Rektörlüğün önünde bir Aralık ayında zemheri soğuğunda yedi saat, “Rektör Göreve” diye bağırıyorlar. Algaz Alyanak istifasını geri çekmiyor ama yerine bu kez, Öğrenci Temsilcileri Konseyi-OTK’nın oy birliği ile seçtiği Ord. Prof. Dr. Cahit Arf geliyor. Arf dünyanın en büyük matematikçilerinden, ODTÜ Akademik Konseyi Başkanı, görevi bir süre gayrı- resmi, temsilî olarak sürdürüyor... Daha sonra, 1980’de malum 12 Eylül. Sonra YOK. Ve Kemal Gürüz’ün hocası Tarık Somer ODTÜ’ye rektör oluyor. Kemal Alemdaroğlu ise YOK’e karşı ayaklanıyor. En büyük YOK karşıtlarından biri halinde her yerde YÖK’ü yerden yere vuruyor... 1987’de YOK’e karşı bildiride imzası var. Şimdi ise, tarihin hazin cilvesi, YOK Rektörü Tarık Somer’in asistanı ve ODTÜ’deki eski Tarık Somer’in eski asistanı, sağ kanat sözcüsü Kemal Gürüz’ün rektörü Alemdaroğlu... Nereden nereye!... Tarih çok trajik...

Şimdi bunlar bir ittifak oluşturmuşlar; bu hale getirdikleri Türkiye’yi kurtaracaklar....
Herkese kolay gelsin...

Prof. Dr. Veysel Batmaz

HABER:

Türkiye’nin İttifakı’ adı altında bir araya gelen ancak ‘nifak’ tartışmasının merkezine oturan ulusalcıların Afyon buluşmasında yaşanan gerginlik dün kavgaya dönüştü. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği panelde, kendisini ‘Kemalist Türk milliyetçisi’ olarak tanımlayan Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın, Atatürk’ün her zaman Batı medeniyetine karşı olduğunu söylemesi ortalığı karıştırdı. Yurtkuran’a büyük tepki gösteren ADD üyeleri, rektörü devamlı sağa sola sataşmakla suçladı. ADD’lilerin yoğun tepkileri üzerine Yurtkuran konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. ADD’lilerin zorla sakinleştirildiği panelde ‘Türkiye İttifakı’ sloganı da tartışma konusu oldu. Bazı konuşmacılar, ‘ittifak’ yerine ‘birlik’ kelimesinin kullanılmasını istedi. Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a gösterilen tepkiyi destekleyen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Ertuğrul Kazancı rektörü, ulusalcı çizgide bilindiği ve kendisini böyle tanımladığı için programa davet ettiklerini söyledi. “Böyle bir konuşma yapacağını tahmin etmedik.” diyen Kazancı, panelde rektörün Atatürk hakkında sarf ettiği sözlerin doğruyu yansıtmadığını dile getirdi. Kazancı, “Bazı spekülasyonlara meydan vermemek için ‘rektörün böyle bir konuşma yapacağını bilseydim kendisini davet etmezdim’ demeyeceğim; ama biz çağırdığımız insanları bizim ideolojimiz doğrultusunda konuşsun diye çağırıyoruz. Yanlış bir konuşma oldu, üzüldük.” dedi. Dört oturumdan oluşan ve yaklaşık 20 bilim adamının katıldığı panelin Zafer Haftası kapsamında düzenlenmesine rağmen konuşmacıların, günün anlam ve önemini anlatmak yerine imam hatip liselerine ve hükümete yüklenmesi dikkat çekti. Konuşmacılardan Gazi Üniversitesi Rektörü Kadri Yamaç, meslek liselerini bitiren YÖK’ün uygulamalarından imam hatip liselerini sorumlu tuttu. Oturumda ayrıca siyasi sataşmalar da yaşandı. Habertürk TV Program Yapımcısı Erol Mütercimler’in, Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP), genel başkanını seçme sürecinde gülünç duruma düştüğü eleştirisi Yeniçağ Gazetesi yazarı Necdet Sevinç’ten tepki aldı. Sevinç, “MHP hiçbir zaman gülünç duruma düşecek bir şey yapmamıştır.” dedi. ADD’lilerin Yurtkuran’a gösterdiği tepki ve büyük tartışma ise YÖK’teki icraatlarıyla toplumu geren Kemal Gürüz ile İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun katıldığı son oturumda yaşandı. Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç ve Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın konuşmacı olduğu panelde Gürüz’ün, ‘Yakın dostum ve kardeşim’ dediği Alemdaroğlu’na halen ‘rektör’ demesi dikkat çekti. Alemdaroğlu ise, 20 Eylül 2003’te İstanbul Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’nı tartışmak için yaptırdığı iki günlük sempozyumdan övgüyle söz etti. Sempozyuma Sadettin Tantan ve Doğu Perinçek gibi birçok ismin katıldığı söz konusu toplantıyla Kuvayı Milliye hareketinin başladığını iddia eden Alemdaroğlu, gelinen noktada ulusalcı güçlere başka gözle bakıldığını söyledi. Türkiye’de meslek liselerinin katledildiğini itiraf eden Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, YÖK’ün icraatlarından imam hatip liselerini sorumlu tutması dikkat çekti: “Söz konusu kurumlar Türkiye’nin başına yıllardır bela oldular. Bela olmaya da devam ediyorlar.” Dogmatik dünya görüşüyle ve imam olarak yetişen kişilerin başka mesleklere kaymasını kabullenemediklerini belirten Yamaç, “Fakat burada bizimle gizli bir şekilde uğraşan bir siyasal iktidar var. Her gün gazetelerde bir üniversite veya üniversite rektörü aşağılanıyor.” diye konuştu. Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yurtkuran da Yamaç’ın sözlerini devam ettirerek imam hatiplere hakaret etti. Yurtkuran, Türkiye’de beyinleri şekillendirenleri, “Beynimizi, düşünme sistemimizi, yaşama biçimimizi 700 tane imam hatip okuluna gençleri dolduranlar.” diye tanımladı. Ulusalcıların paneline, ayrıca Yaşar Okuyan, Mustafa Balbay, Hulki Cevizoğlu, Vural Savaş, AKÜ Rektörü Halim Sözbilir ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yaşar Akbıyık da katıldı.

28 Ağustos 2005 Afyon

26 Ağustos 2005

"AKADEMİK MESAİ" ÜZERİNE İKİ ELEKTRONİK MEKTUP


(Fotoğraflar: (Altta) Veysel Batmaz'ın bu fotoğrafı, Tel Aviv sahillerinde Ümit Atabek tarafından çekildi;

(Üstte) Ümit Atabek, Ahmet Tolungüç, Atilla Cangır,Yusuf Akçura ve Veysel Batmaz, bilimsel bir masa etrafında)

Aşağıdaki birinci mektup, http://www.vistilefhukuk.blogspot.com/ daki Veysel Batmaz’ın “BİR “MESAİ SAATLERİNE UY” YAZISI ÜZERİNE CİDDİ “HUKUK” GEYİĞİ!” başlıklı yazısına “Yorum” olarak gönderildi. Konunun ve sorunun, Ümit Atabek gibi iletişim biliminin önemli biliminsanlarından biri tarafından irdelenmiş ve sorulmuş olması, konuyu Vistilef’e taşımamıza neden oldu:

YORUM ve SORU:

26 Ağustos 2005
Sevgili Veysel Hocam,
"Akademik mesainin yeri ve zamanı olmaz" diyorsun. Bunu şöyle okuyalım: akademik mesai belirli zaman ve mekana bağlı olmaksızın da yapılabilir. Aksi takdirde dersleri ne zaman ve nerede yapacağız! Tabii ki dersliklerde ve yaygın olarak kabul gören eğitim zamanları içinde (yani gece yarısı değil!) Ayrıca öğrencilerin hocalarıyla görüşebilmeleri için de, ders saatleri dışında da belirli ve duyurulmuş zamanlarda hocaların odasında bulunmaları gereklidir diye düşünüyorum. Ne dersin?
Prof. Dr. Ümit Atabek
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı

CEVAP:

26 Ağustos 2005
Sevgili Ümit Hocam,
Tabii ki yorumun bence doğru; akademik mesainin yeri ve zamanı olmaması, bir yerde yapılmaması ve zaman harcanmaması anlamına gelmez; tam tersi, akademik mesai, yer ve zaman kavramlarının ötesindedir. Diğer bir çok entellektüel meslekte yoktur böyle bir durum. Benim bu konuyu özel olarak ortaya atmamın bir çok nedeni var fakat en önemli neden, “okula geliniyor olmanın, akademik tembelliğe bir kılıf” olarak kullanıldığı bizim okulumuz. Çünkü bu okula saat 08:00’de gelip, saat 19:00’a kadar, koridolarda dolaşma, bir odada oturup ona buna soruşturma açma, arkadaşları ile dedikodu yapma, iş bağlama eylemini yapan o kadar çok kişi var ki; tezlerden, verilen derslerden, ders notlarından ve İletişim Fakültesi Dergisi’nde yayınlanan makalelerden gayet kolaylıkla anlaşılıyor bu. Evinde oturup, medyayı sarsan işler yapanlar bu arada kaynayıp gidiyor...(Kendimden tabii ki bahsetmiyorum; ben profesörüm ve bu ünvanla bana karışmak, hukuken, YÖK Başkanının bile işi değil.) Ders verme konusunda da sana katılmıyorum; birlikte, ODTÜ’de çok bahçe dersi yaptık, boykotlar nedeniyle çok akşamüstü dersine kaldık; ders yerine zamanımızı forumlarda geçirdiğimiz çok oldu... Hâtta, bir keresinde adını unuttuğum, Duygu Sezer Bazoğlu hocamız olabilir, bir hocanın evinde ders yapmak için toplandık. Yeni teknolojileri sen benden çok iyi bilirsin. Bir kaç ay sonra, ben dersleri PODCASTING olarak yapmaya başlayacağım; bu kez de, ders dinlemenin yeri ve zamanı olmayacak... Ne dersin? "Öğrenci ile görüşme" de, yok ya, neyse, varsa eğer, kolaylıkla dünyanın her yerinde, elektronik posta ile yapılabiliyor artık. Bizim İletişim Fakültelerinin de, adımız üstünde iletişimiz ya, hızla bu yöntemlere doğru geçmesi gerekiyor. Geçmiş olanlar olduğunu biliyorum.

“Zaman” ve “mekan” modernitenin güç ve iktidar ilişkisi içindeki kavramlarıdır. Arif Dirlik’in “global modernite” diye adlandırdığı, Sokol’un post-moderniteyle alay ettiği bu yeni dönemde, zaman ve mekan arasına sıkışıp kalmak, bence bir akademsiyen ve/veya biliminsanı için olmaması gerekli bir iş. (Arif Dirlik’in “Üçüncü Dünya Hayaleti: Global Modernite ve Üç Dünyanın Sonu” adlı makalesinin Veysel Batmaz tarafından yapılmış çevirisini, çok yakında http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ da okuyabilirsiniz.)

Bırakalım, yöneticiler/güç ve iktidar delileri ve budalaları, odalarını ve masalarını sevsinler, biz hayatın her anında ve alanında bilim yapalım...
Prof. Dr. Veysel Batmaz
İstanbul Üniversitesi


Not: Bu yazışmalar, saat 22:12’de yapılıyor, çok akademik ve bilimsel ve sanal alemde mekansız bir anlamda, ve “mesai saati” dışında... 657 sayılı yasada bile yok böyle zaman ve mekanla belirlenmiş katı bir çalışma saati kavramı: Bkz: http://www.vistilefhukuk.blogspot.com/ Veysel Batmaz’ın BİR “MESAİ SAATLERİNE UY” YAZISI ÜZERİNE CİDDİ “HUKUK” GEYİĞİ! yazısına.)

Fotoğrafa Not: Hocam, senin çektiğin bu fotoğraf bile akademik bir mesai değil miydi?


BİZ NEYMİŞİZ BE ABİ !


Okulumuz öğretim üylerinden Yrd. Doç. Dr. Ergun Yolcu ile Computorium Sitesi tarafından yapılmış bir söyleşiyi sunuyoruz. Biz çok aydınlandık; umarım okurlar da aydınlanırlar...

Söyleşide, bizim bilmediimiz bir çok konuyu bize öğretiyor Ergun Yolcu. Sanırım bu konularda, zaman bulursa, Yönetim Kurulu'nu da aydınlatır... Bir de bazı yanlış anlamalara yol açacak beyanlarda bulunuyor Yolcu. "2003 yılında İst.Üniv.Grafik Tasarım Anabilim Başkanı oldum." diyor... Bilindiği gibi Okulumuzda, 2002 yılında tüm anabilimdalları kapatılmıştı; anabilimdalı başkanı olduğu okul hangisi? Bu soru hayati öneme sahip... Ayrıca, Ergun Yolcu, okulda Yönetim Kurulu dışında da bir işleyişin bulunduğunu sanki itiraf ediyor... Bir de yasal olarak imkansız olan bir şeyden bahsediyor: "Fakültemizde 5 km2 lik kampüs içinde karasal yayınımız var.Akademi Medya Araştırma Kurumumuz : Akademedyada öğrencilere ilk önce bir araştırma projesinin nasıl oluşturulacağı anlatılırken, aynı zamanda araştırmanın tüm aşamalarına katılma ve bilgilerini tamamlama fırsatı verilmektedir. Öğrenci derste öğrendiklerini pratiğe dökmektedir." Burada iki şey yanlış: Karasal yayın ancak yasaya göre Anonim Şirketler tarafından yapılabiliyor ve Aademedya bir kurum değil; bir birim... (Veysel Batmaz)


13.02.2004

Dekan Yardımcısı Sn. Ergün YOLCU ile Söyleşi:


- Sn. Ergün YOLCU,sizi tanıyabilirmiyiz?

- 1988 yılı mezunuyum.1985-1994 yılları arasında Günaydın gazetesinde yazı işlerinde çalıştım. Ardından Belge Bilgi Merkezi Müdürüğü yaptım. 94 yılında ise İst.Üniv.Asistan olarak çalışmaya başladım. 95-97 yılları arasında TRT Genel Müdürlüğü danışmanlığı yaptım. 2001 yılında yard.Doç oldum. 2003 yılında İst.Üniv.Grafik Tasarım Anabilim Başkanı oldum. 2002 yılında İlet.Fak.Dekan yard.oldum. Şu anda ise Televiyon Reklam Video Sanatı, Görüntüsel tasarım lisans ve lisansüstü dersler vermekteyim. Ayrıca Sinema TV Öğretim Üyesiyim.1994 yılında Günaydın Radyosunu kurdum.Gene 1994 yılında TRT Spot Haber Aktüel TV konulu programda yapım koordinatörlüğü yaptım. Şu anda dekan yardımcılığı ve Sinema TV Bölümünden sorumluyum. İÜRT' nin ve radyonun kuruluş aşamasında bulundum.Görüntülü haber ajansnı kurdum. Yaklaşık 35'e yakın makalem ve Televizyon Reklamcılığı isminde bir kitabım var.Uluslararası iletişim kitabında ise bölüm yazarlığı yaptım.Ve en önemlisi de Amerika'da Arizona'da ilk kez Türk filimleri haftası düzenledim ve oraya katıldım.

- İletişim Fakültesi olarak bünyenizdeki öğrencilere ne gibi kariyer olanakları sağlamaktasınız?

İletişim Fakültesi olarak;*Halkla İlişkiler*Radyo TV*Gazetecilik bölümlerimizin staj sorumlıuları birimimiz var. Bu staj sorumluları dış piyasadaki şirketlerle görüşüyorlar.3. sınıf öğrencilerine staj imkanı sağlıyorlar.Ulusal, Yerel TV 'lere, Gazetelere, ve diğer iş yerlerine öğrenci gönderiyoruz Ve işbirliği anlaşmalarını sağlıyoruz. Dekan ve dekan yardımcıları olarak, iş aramak isteyen ve mezun olan öğrencilerin CV lerini şirketlere gönderiyoruz. Bu 3 senedir bu şekilde devam ediyor. Ayrıca İlet.Fak.Dekanı Sn. Prof.Dr. Suat GEZGİN de bu konuda öğrencilerle birebir ilgilenmektedir. Radyo TV ve Sinema Bölümü öğrencilerimiz tüm televizyon ve radyo kuruluşlarınca aranan elemanlar arasındadır. Şu anda gerek kamera önünde gerekse kamera arkasında pek çok mezunumuz başarılı çalışmalar yürütmektedir. Mezunlarımız sinema sektöründe de hayat vermekte ve gerekli personel açığını kapatmaktadırlar.

- İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümünde kullandığınız sistem ve ekipmanlardan bahsedermisiniz?

Öncelikle çekilen projelerin kurgulandığı ,Velocity Montaj ve Kurgu Setimiz var. None Lineer Kurgu Seti(DV), Rex Edit DV, Panasonic DVC kameramız var. Canon XL1 mini DV, Betacam Kameralar, Öğrenci uygulamaları için VHS Kameralarımız , Betacam Recorder ve VTR'lerimiz, .DVC Pro VTR Playerımız mevcut.Ayrıca; Işık Sistemi( 40 Kwat), 230 m2 kullanım alanı olan platomuz (Mavi stüdyo), Küçük stüdyo (Öğrenci uygulama stüdyosu) 70-80 m2 uygulama alanında .Hİ8 Kamra ve montaj sistemleri, Canlı yayın yapabilecek tüm ekipmanlarımız mevcut.-İletişim Fakültesinde öğrenim gören öğrencileriniz ile , Türkiyede'ki diğer üniversitelerin iletişim fakülteleri öğrencileri arasında ortak çalışmalarınız yada uyguladığınız projeler oluyor mu?Film Projemiz dahilinde Atatürk Üniv. ile ortak bir belgesel çektik. Diğer İlet.Fak.Harran Üniv. ile çalıştık.Şimdide Fırat Üniv ile öğretim görevlilerimizin gönüllü ders verme konusunda bir projemiz var.

-İletişim Fakültesinde ne gibi yayın organları mevcut öğrencileriniz bu yayın organlarından ne denli yararlanıyorlar ve ne gibi çalışmalarda bulunup tecrübe ediniyorlar?

Fakültemizde 5 km2 lik kampüs içinde karasal yayınımız var.Akademi Medya Araştırma Kurumumuz : Akademedyada öğrencilere ilk önce bir araştırma projesinin nasıl oluşturulacağı anlatılırken, aynı zamanda araştırmanın tüm aşamalarına katılma ve bilgilerini tamamlama fırsatı verilmektedir. Öğrenci derste öğrendiklerini pratiğe dökmektedir.İletim Gazetesi: İst.Üniv.İlet.Fak.Öğrencilerinin uygulama gazetesidir.1986 yılında ders düzeyinde kalan bilgilerin uygulamaya aktarılması için yayın hayatına başlayan gazete, halen basın dünyasının çeşitli kademelerinde çalışan birçok başarılı gazetecinin yetişmesine olanak sağlamıştır.İletişim Fakültesi Dergisi: Türkiye'de iletişim fakülteleri arasında çıkartılan ilk dergi ünvanına sahip. Makaleleri puan getiren bir dergi.İst.Üniv.Haber Ajansı: Reuters ve internet bağlantısı olan haber ajansında her ay 30 birinci sınıf öğrencisi staj yapmaktadır.4.Boyut Dergisi: Nisan 2001 den itibaren internet ortamında yayında olan 4.Boyut www.istanbul.edu.tr/4.boyut akademisyenlerin yanı sıra öğrencilerin yazılarıyla da akademik bilgi birikimine katkıda bulunmaktadır.İletişim FM: Yayınımız öğrenciler tarafından gerçekleştirilmekte olup, öğrenciler haftanın 5 günü değişik konularda kendi programlarını hazırlayıp sunmaktadırlar.

-İstanbul Üniversitesi Radyo Televiyonu ne zaman kuruldu? Ne gibi faaliyetlerde bulunuluyor? Kısaca bahsedermisiniz?

1992 yılında kuruldu.1993 yılında 2 şer saatlik Kapalı devre yayın yapmaya başladık.1994 yılında tv yayına geçti. Her gün 9-4 arası canlı yayın, 4 ten sonra ise otomasyon yayın veriyoruz ve VHS yapıyoruz. 24 saat boyunca yayındayız. İÜRTV 2 Stüsyoya sahiptir. Okulumuz binasının yanında bulunan birinci stüdyonun yaklaşık 230 m2 lik bir platosu var. Bu stüdyoda rejili çekimler yapılmaktadır. Ayrıca açıkoturumlar ve canlı yayınlar için stüdyo koşulları da uygundur. 2.Stüdyo 70-80 m2 lik bir alanı kapsıyor öğrenciler burada filmlerinin çekimlerini yapmaktadırlar. Ayrıca belgesel film, film yapımı ve Televizyonda Program yapımı derslerinde uygulama yapmakta, belgesel filmler, kurmaca filmler ve reklam filmleri çekerek bu filmlerini stüdyoda kurgulamaktadırlar.

Kaynak: http://www.computorium.com/index.asp?id=501&pid=&nid=1374
Not: Yazının söyleşi bölümünün imlasına dokunulmamıştır.


24 Ağustos 2005

İLETİŞİM Mİ ÖĞRETECEĞİZ, HUKUK MU?


HUKUK HERKESE LAZIM...

HUKUK DEVLETİ, CUMHURİYET ve ÜNİVERSİTE

Serdar TAŞÇI

HUKUK DEVLETİ; hukuka bağlı, hukuk sınırları içinde faaliyet gösteren, bu faaliyetlerin keyfi olmadığı ve faaliyetlerinden dolayı bağımsız hukuki denetime tabi olan devlettir. Devletin kendi koyduğu kurallara göre faaliyet göstermesi HUKUK DEVLETİ gereğidir. Bunun aksi olduğunda, hukuk öğretisinde buna POLİS DEVLETİ denir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 2’ye göre; ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.’
Anayasa Mahkemesi HUKUK DEVLETİ’ni şöyle tanımlamaktadır (E.63/124,K.63/243 sayılı karar):’ HUKUK DEVLETİ, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeğe kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlet(tir).’
En son tarihli MGK Toplantısı Resmi Basın Bildirisi’nde şöyle denilmektedir: ‘MİLLİ GÜVENLİK KURULU; 23 AĞUSTOS 2005 GÜNÜ OLAĞAN TOPLANTISINI YAPMIŞTIR. TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURULUŞ FELSEFESİNDEKİ TEMEL DÜŞÜNCEYE UYGUN OLARAK ANAYASA'DA CUMHURİYETİN NİTELİKLERİ BELİRTİLMİŞ; ULUSUN BAĞIMSIZLIĞINI VE TÜMLÜĞÜNÜ, ÜLKENİN BÖLÜNMEZLİĞİNİ; DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİ OLAN CUMHURİYETİ KORUMAK; DİL, DİN, ETNİK KÖKEN, CİNSİYET AYRIMI GÖZETMEKSİZİN KİŞİLERİN VE TOPLUMUN GÖNENÇ, HUZUR VE MUTLULUĞUNU SAĞLAMAK, DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ ARASINDA SAYILMIŞTIR.’
Cumhuriyetin, HUKUK DEVLETİ iradesi, yukarıdaki örnek alıntılardan da görülebileceği gibi gayet açık ve net, Descartes’ın deyişiyle ‘açık ve seçiktir’. Yine, Anayasa’nın 90. Maddesi gereği, artık bir iç hukuk normu haline gelen Uluslararası /taraf olunan) hukuk metinleri de, HUKUK DEVLETİ anlayışını demokratik bir toplumun ve idarenin olmazsa olmaz koşulu olarak tanımlamaktadır.
İdarenin yasallığı ve idarenin hem idare-içi hem de yargısal denetimi, HUKUK DEVLETİ gereğidir. İdarenin yasallığı, idari işlem ve eylemlerin hukuka, yasaya uygun olmak zorundalığıdır. Kamu Yöneticileri, kaynağını yasadan almayan bir yetki kullanamayacakları gibi, yasada yer alan yetkilerini de, yine yasal usuller ve sınırlar içinde kullanmakla yükümlüdür. Faaliyetlerin sadece biçimsel olarak yasaya uygun olarak yapılıyor gösterilmesi bile HUKUK DEVLETİ anlayışını zedelemeye yeter nedendir.
Kamu Yöneticileri gibi, kamu çalışanları da hukuka uymak zorundadır. Kamu çalışanları; yasaya uymak ile yöneticinin hukuksuz emrini yerine getirmek arasında bir seçimle bırakıldığında yasaya uymayı seçmekle yükümlüdür. Eğer kanunsuz emir, amir tarafından yazılı bildirilir ve bunun üzerine bu kamu çalışanı bu emri yerine getirmek zorunda kalırsa sorumluluğu ortadan kalkmamakla beraber, azalır.
Cumhuriyet’in seçkin kurumları olan üniversiteler; bilim üretmek ve öğrenci yetiştirmek olarak özetlenebilecek iki temel varlık nedeni ve görevlerini, HUKUK DEVLETİ anlayışının olmazsa olmazı olduğu Cumhuriyet’in temel nitelikleri doğrultusunda yerine getirmekle yükümlüdür.
Cumhurbaşkanı’nın, atama usulleri gereği, İstanbul Üniversitesi eski Rekötrü’nü görevden alması, HUKUK DEVLETİ anlayışının reddinin idari ve hukuki bir yaptırımı idi. HUKUK DEVLETİ ilkesini ihlal ederek; Ulusalcılık ve Atatürkçülük yapmanın olanağı kalmamıştır. Çünkü, Atatürkçülük, HUKUK DEVLETİ ile ayrılmaz bir bütündür. Atatürkçülük, anayasada yer alan ve HUKUK DEVLETİ’nin ayrılmaz bir parçası olduğu Cumhuriyet’in temel ilkelerine olan bağlılıktır. Hem HUKUK DEVLETİ’ni reddetmek, hem Atatürkçü olmak mümkün değildir.
Tüm bunlara ek olarak; Evrensel bilim, Cumhuriyet akılcılığı ve Atatürkçü devrimcilik hukuksuzluğu reddeder.
Hukukluluk hali, HUKUK DEVLETİ ile Üniversiter Cumhuriyet akılcılığının bir gereği, olmazsa olmazıdır. Cumhuriyet ussallıktır, rasyonelliktir, hukukluluktur. Cumhuriyet feodalizmin, kabalığın, hukuksuzluğun reddidir. Cumhuriyet bir kamusal ve bilimsel rasyonalite rejimidir. Ve yeni nesil Cumhuriyet kurumları olan üniversiteler de ussal olmak durumundadır. Kurucu kadro ussal davranmışlardır. Buna, dış dünya konjonktürünün katkısı yok değildir. Toplumsal kalkınma sorununa ve 1930’a kadar ki zorunlu liberal politikalara rağmen, iki dünya savaşı arasındaki uluslararası siyasal sistemin esnekliği, pragmatik ittifaklara ve dolayısıyla faydalara neden olmuştu.

İLETİŞİM FAKÜLTESİ VE HUKUK DEVLETİ:
Atatürk resimlerinin bile, her tür uyarımıza rağmen doğru tarihlendirilmediği, hatta dalga geçercesine tıpa tıp iki resmin, karşı karşıya konup farklı tarihlendirilmek suretiyle, Atatürk’e resim yolu ile yıllarca hakaret edilen bir fakülte olan İletişim Fakültesi’nin dekanı, Cumhurbaşkanı’nın HUKUK DEVLETİ gereği görevden aldığı eski rektörü, ‘görevden alınmak isteniyor, çünkü tek dili, çünkü tek bayrağı, çünkü tek ulusu, çünkü tek vatanı savunuyor’ gibi sloganlarla gazete köşelerinde övgülü-savunusu, HUKUK DEVLETİ hakkında yukarıda yazdıklarımla beraber düşünüldüğünde çok manidar ve ibretliktir.
Sayın dekanın, ilgili yasa olan 2547’ye ve HUKUK DEVLETİ’ne muhalefet edercesine, yıllardır fakültedeki tüm bölümlerin tek başkanı olması, enstitüdeki tüm anabilim dallarının tek başkanı olması, neredeyse tüm tez danışmanlıklarını üzerinde toplaması, yasal kurulları toplamadan bölüm adına kararlar alması, ÜDS gibi dil sınavlarını bile geçemeyen yandaşlara, asistanlar aracılığı ile yazılar yazdırılıp yabancı yayınlar gösterilmesi, toplantılarda herkesin içinde açıkça tehditlerde bulunması HUKUK DEVLETİ’ne açıkça aykırıdır. Bunu söylediğimiz, yazdığımız ve üst idare makamları ile paylaştığımız için yıllardır hakkımızda açtığı soruşturma, aldırdığı kararlar, düzenlediği sahte ve usulsüz evraklar ve burada yazmaktan edep ettiğim eylemleri HUKUK DEVLETİ’ne açıkça muhalefettir.

AYDINLANMA DEĞİL, DAHA AZ KARANLIK:
Medya kadar, ülke üniversitelerine ve aydınlara da büyük görevler düşmekte. Aksi durumda, özürlü üniversiteler, özürlü aydınlar gibi tipolojiler oluşacaktır. Sarıgül’den tarikatlara, engelli çocuklardan medyaya ve Avrupa Birliği’ne kadar her şey, Cumhuriyet ile doğrudan bağlantılıdır. Bilim adamının/ kadınının olaylar karşısındaki duruşu, duyarlılığı, sağlamlığı yaptığı işin ayrılmaz bir parçası, conditio sine qua non’udur. Sokaktaki bir insan böyle olmak zorunda değil, ama ‘akademisyenim’ diyen herkes buna uymakla yükümlüdür. Aksi takdirde, akademisyen değil, aylıklı memurdur.
Can Yücel’den, yine ozanın manevi izniyle biraz farklı alıntılayacağım şiiri, bakınız durumu ne de güzel betimleyip yeriyor:

Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu’da
Televizyonda gösterdiler geçen gün
Gelenek edinmiş köy halkı
Ben kendimi bildim bileli bu böyledir
Diyor muhtar:
29 Ekim’de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını…
Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi
Kirvesi tutmuş kolundan
Yatırdılar bir kamp yatağına
Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi
Elinde bıçağıyla
Çocuk kaldırdı başını bağırdı:
‘Yaşasın Cumhuriyet’ diye,
Bunun üzerine ekran karardı.

Korkarım, sadece bu Gölköylülerin değil, hepimizin,
Sade küçüklerin değil, büyüklerin de,
Düştüğü bir tarihsel yanılgı,
Çünkü SÜNNET değil FARZDIR CUMHURİYET…

Can Yücel

Olaylar bizden taraf olmamızı, objektif kalmamamızı istiyor. Objektifliğin, bilimsel bir tavır olmak dışında, etik tavırlar noktasında bir kişilik eksikliği olduğunu, Nietzsche ile beraber onaylarım. Engelli çocuklar ve özürlü bakışlı-özürlü büyükler örneğinde olduğu gibi; ülke ve toplumun gerçek sorunlarını, Cumhuriyetten bağımız ele almadan, gerçekçi bir biçimde belirleyip yerilmesinde, medyaya, üniversitelere ve aydın geçinen insanlara büyük sorumluluklar düşüyor.
Aydınlanma’nın olası görünmediği hallerde biricik umut, daha az karanlıktır. Bundan sonra, teori, daha az karanlığın koşullarını ve olabilirliğini tartışmaya yazgılıdır. Makro ölçekte evrensel sorun emperyalizmdir. Makro ölçekte yerel sorun feodalizm ve çeteciliktir. Mikro ölçekte evrensel sorun insan doğası-kötülüğüdür. Mikro ölçekte yerel sorun ise, husumet, taassup ve kindir. İşte bunların halli, daha az karanlığın olası gerçekleşmesi, olası olmayan Aydınlanma’nın da ön-koşulu olacaktır.
Sözü, Atatürk’ün, o çok sevdiğim, her fırsatta herkesle paylaştığım Tevfik Fikret’e atıfla, 1924 yılı Muallimler Birliği Kongresi vesilesiyle söylediği sözle bitirme gereği duyuyorum: ’Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.. İdare-i maslahatçılık ile devrimler idame ettirilemez…’
Cumhuriyet devrimleri, HUKUK DEVLETİ ve BİLİM ilkeleri doğrultusunda devam ettirilmelidir.


Serdar Taşçı

23 Ağustos 2005

(Hattat: Taner ERDEM)

İ.Ü.’de restorasyon sürüyor, Yanlış Hesap Bağdat’tan Döndü!
Uluslararası İlişkiler Bölümü Açıldı…


İrfan ÇİFTÇİ

İstanbul Üniversitesi’nde yeni dönemde başlayan restorasyon çalışmaları ile Üniversite yeniden geleneksel ve tarihsel kimliğine kavuşmaya çalışıyor. Geçtiğimiz dönemde Üniversite yönetiminin keyfi ve kişisel kararla kapattığı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü geçtiğimiz hafta sonuna doğru resmen yeniden açıldı. Karar YÖK Başkanvekili Prof. Dr. İsa EŞME’ tarafından geçen dönemde kapatılan bölümün, son Başkanı Prof. Dr. Toktamış ATEŞ’e resmen “bölümün YÖK tarafından açılışının yeniden yapıldığı ve kendisinin kurucu Bölüm Başkanı olarak atandığı” tebliğ edildi.

Bilindiği gibi İstanbul Üniversitesi bir olağanüstü dönem yaşadı ve bu dönemde üniversitenin kurumsal kimliği ve akademik kadrosu telafisi güç ve imkânsız zararlar gördü. Beş yıl önce kapatılan Uluslar arası İlişkiler Bölümü, İletişim Fakültesi’nin de kurucularından olan Prof. Dr. Esat ÇAM tarafından ülkemizin alanındaki ilk bölümlerindendi. Bölümün kütüphanesi bir ihtisas kütüphanesi olarak Türk üniversiteleri içindeki zamanının en iyi kütüphanesiydi. Bölüm kapatılınca kitaplar darmadağın edilmişti, bir kısmını hala sürmekte olan inşaatın alt katlarında bir yerlerde ve mühürlü(!) olarak görmeniz mümkündür. Bölümün çok değerli öğretim kadrosu dağıtıldı. Dünya çapında saygın ve kendisi bir ekol ve gelenek olan Prof. Dr. Toktamış ATEŞ’ in de bölümü terk etmesi için yıllarca kaloriferinin kesilmesinden, telefonunun kapatılmasına, yakınlarının ve yanına gidip gelen dostlarının ve öğrencilerinin birçok insanlık dışı tacizlere maruz bırakılmasına rağmen, hoca 68’li devrimci ruhuyla direnişini ve mücadelesini sürdürmüştü. Hep şunu söylerdi “bu da geçer ya hû.” “Biz neler gördük, 12 Martlar, 12 Eylüller... Alemdaroğulları... bu üniversite bizim, yağma yok” .
Evet sonunda bir direniş öyküsü daha zaferle sonuçlandı. Hoca’nın nekahet dönemi ve binadaki tamiratlar dolayısıyla ekipler çalışmalarını okul dışında ve hocanın evinde gece gündüz sürdürüyor. Uluslar arası İlişkiler Bölümü anabilim dallarını ve ilgili merkezlerini kurmak için çalışmalar yapılıyor ve ek kontejanla lisans öğrencilerini de alacak.
Darısı diğer enkaz altında kalan bölümlerin, bilimlerin başına diyelim. Ama maddi milletimizin ve devletimizin bağrında dom dom kurşunu gibi açılan bunca maddi ve manevi zararı bütün bunlar ortadan kaldırmayacak…

Sayın Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ın notuna not !
Senatör’ün Sandalyesi ve Harakiri
[1] geleneği bir oyun mu?

İstanbul Üniversite’sinin kurucu fakültelerinden ve Cavit Orhan TÜTENGİL, İdris KÜÇÜKÖMER, Sencer DİVİTÇİOĞLU, Hilmi Ziya ÜLKEN, Z.Fahri FINDIKOĞLU, Ahmet Güner SAYAR, Sabri F.ÜLGENER, Yüksel ÜLKEN, Memduh YAŞA, B.N.FEYZİOĞLU gibi ve yüzlerce hocalarımızın temellendirdiği ve geleneklerini oluşturduğu İktisat Fakültesi’nin geleneğinde “harakiri” olmamıştır.

Daima buraya yapılan dış müdahalelere direnmiştir. Bundan mütevellit, eski yönetimin tamamen öznel, hınç ve linç tutkusuyla aldığı bu karar bu idare işlevini yitirince derhal telefi idilmiş, Fakülte yönetim kurulu “haksız ve mesnetsiz olarak eski yönetimin kapattığı bölümün yeniden açılışı için oy birliği ile karar almış” bu karar sanıyorum Sayın senatör Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ ın da hazır bulunduğu senatoda onanmış ve YÖK’e gönderilmiştir.

Bir başka Fakülte’nin (su ürünleri mi:)) yönetimi ise kendi kendini budaya budaya en son mensuplarına kadar geldi. Yani önce bölümlerini kapatıyor, sonra bilim dallarını vs ondan sonra da yönetim kurulu üyesi bir profesöre adeta bu durumları kendisi yapmamış gibi “aaa siz nerdesiniz diyor”. Bu harakiridir. Kendi kendini imhadır. Buyursun kendisini bu fakültenin daha emektarı ve kıdemlisi sayan zevat (bu kelime çoğuldur), iki geleneği karşılaştırsın, davarolojiye kırmadan dümeni. Bizim ifadelerimiz gayet yalın ve çıplak. Ama kral çıplak değil, çünkü kralın kraliyetinin olacağı mülkünü yağmalatmış. Onun için “kral çıplak” filan demiyoruz. Ortada çıplak veya zırhlı bir kral yok!!! Olsaydı, yani bir kral olsaydı ve çıplak dolaşsaydı biz onun üzerini örterdik. Bizim geleneğimizde “çıplağı görünce” bağırmak yoktur, üzerini örtmek vardır ne olursa olsun. Çünkü bizim medeniyetimizin esasında merhamet ve mahremiyet vardır.
Bizler, durumu yorumlamak veya değiştirmek arasında bir seçenekle karşı karşıya değiliz. Yani durum ne Hegel’e uyuyor, ne de Marks’a. Ama uyuyor filozofyaya. Onun için birileri de ancak edebiyat ve felsefe yapıyor (Hikmet Bey , ikisini birdenJ)). Biz Çünkü sayın senatör sizin de içinde bulunduğunuz yönetim, sizin “kapalılık” dediğiniz durumu yaratmadı mı? Bizler, gerçekte herhangi bir oyun oynamaya yetkili değiliz, yani ne pas ne de şah diyecek durumda değiliz. Onun için bizim oynatacağımız sınırlı sayıdaki yeteneklerimizden başlıcası dilimiz. Ama siz yani yönetimde bulunan herkes “kendince oynuyor” biz de belki kelimelerle, sözcüklerle. İşte değerli yönetim kurulu üyeleri ve yöneticiler için emsal karar İktisat Fakültesi’nin yürüttüğü restorasyon ve telafi çalışmaları örneğidir. Üniversite bir olağanüstü dönemden geçti ve bitti. Hala aynı şeyleri sürdürmek bütün olanlara ortak olmak değil midir? Bu harakiri değil midir? Hem hukuksuzluk hem de biraz aymazlıktır. Yani yağmur yağarken şemsiye açılmıştı hala öyle tutuluyor. Körün tuttuğunu bırakmaması gibi yani. İşin felsefesini filozofu yapsın. Ama durum bu.

Bu durumda oyunu oynayanların kimler olduğunu ve kendi pozisyonunuza dair sayın Senatör sizin değerlendirmenizi hem de bundan etkilenen bütün fakültemiz mensuplarının tavırlarını şiddetle merak ediyorum. Çünkü ilkokullarda bile “mahsuscuktan” demokrasi olsun diye kol seçimleri, başkan seçimleri yapılıyor. Siz değerli yöneticilerimiz daha şimdiye kadar bu fakültenin ne olacağına dair bir seçim yapamadınız. Başka fakülteler restorasyonu bitirdiler, yeniden reenkarnasyona geçtiler. Benim sözüm sadece size değil, kendine saygısı olan bütün akademik camia kendisinin reva görüldüğü durumu ve insanlık onurunu bu bağlamda gözden geçirmelidir.

Bir yönetim kendi bindiği dalı kesiyor, kendi bölümlerini kendisi kapatıyor. Kendi akademisyenlerini infaz etmeye kalkışıyor. Bütün bunların içinde bulunanlar da bütün bunlar hukuksuzdur deniliyor. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi her şey devam ediyor. Bütün bunlar “mahsuscuktan” bir oyun gibi değil mi? Taktir genç bilim adamlarının, meraklı iletişimcilerin ve yorumcuların…:))” Enseler kararmış değil güneş yanığı biliyorum…

DİPNOTU:
[1]
Harakiri : (Japonca) kendi kendine kıymak, kendine kıymak
Japonlar biraz sinirli ve bir o kadar da onurlu insanlar oldukları için, kendilerinin vahim yanlışlarını fark ettiklerinde kendilerini affetmeyip kendi cezalarını kendileri verirler ve “bitsin bu dünya, heyhat, ha” deyip geleneksel olarak bir kama ile hayatlarına son verirler. Bu çok onurlu bir davranıştır onlar için. Bizdeki mevcut durumlara uyarlarsak “alakaya tel bağla”mayıp da ne yapalım. : ))) Türkçe olarak kendi bindiği dalı kesmek şeklinde da yaşanır bu durum…)

İrfan Çiftçi

22 Ağustos 2005

YORUM SERBEST !

USE IT; NEVER ABUSE IT...

Aşağıdaki yorum, www.superpoligon.com a gönderilmiş ve yayınlanmamıştır. Sadece yorum gönderecek arkadaşlara bir örnek olarak sunulmaktadır.:

“Benim hakaret içermeyen bir çok yorumumu, özellikle de Fatih Altaylı ile ilgili yorumlarımı yayınlamıyorsunuz. Bakın ben bilim adamıyım ve Mahkemeler ne der biliyor musunuz, “eğer bir yazı bilimselse, kamu yararı ve güncel öneme sahipse, içinde kişilik haklarına saldırı da olsa hukuka uygundur”. Adam patronunun parası ile önüne gelene küfredecek, ben kendi paramla bağlandığım Internet’te küfredemeyeceğim; eyvallah da, siz de yorumlarımı yayınlayın lütfen. Benim kamusal görevim teşhir ve ikaz. Keyif sizin tabii ki, nasıl olsa site babanızın malı. Ciddiyim; ITU’ya göre, elektromanyetik frekans kullanmayan her türlü iletişim özel hukuk konusu/kişisel maldır. Bakmayın siz iletişim hukuku bilmeyen zırzop zırcahillere, “gazete köşeleri babanızın malı mı?” diye soranlara... Bir de içinde www.vistilefblog.blogspot.com; www.vistilefhukuk.blogspot.com ve www.vistilefhaber.blogspot.com adlı sitelerimizin adreslerinin geçtiği hiç bir yorumumu-belki bir tanesi hariç-yayınlamadınız, neden?

Sevgiler...

Prof. Dr. Veysel Batmaz
21 Ağustos 2005”

Vistileflerde yorum istismar edildiği için kapatılmıştı. Şimdi yeniden sadece Vistilef'te açıldı... Vistilef’in yorum kuralları şudur:

Takma isimle, nick-name ile, müstear adla yorum yapılabilir. Kanuni olarak suç varsa, yorum silinir. Bunun tek istisnası Vistilef Editörleridir. Onlara hakaret edenler Mahkemeye verilmezler; cevap verilirler. Kısacası, Vistilef Editörlerine hakaret edenlerin yorumları silinmeyecek ve açık kimlikle de olsa yorum yapan veya hakaret edenler hakkında dava açılmayacaktır... Diğer yorumlar TCK ve Basın Kanunu kurallarına sahiptir...

Başkasının "açık adını" kullanarak yapılan yorumlar silinir; Ip adreslerinden bu yorumları kimin yaptığı bulunabilir, ya da içerik analizi ve kişiye sorma yöntemleri ile gerçek hep gün ışığındadır zaten. İletişimci için kodlamayı "dekodlama" veya şifreyi "deşifre" etmek kolaydır, kolay olmalıdır. Tabii, iletişimciyseniz...

COMMENT: USE IT; NEVER ABUSE IT...

Vistilef Editörler Grubu

19 Ağustos 2005

M. ÖZTÜRK VAKASI ve YAZ ORTASINDA "MESAİYE UY" UYARISI

(Veysel Batmaz’dan not: İrfan Hocamızın “kelimelerle oynaması” ithamlık bir şey olarak görülmemeli; suç değil. Ancak, aşağıdaki metinde, “mevcut yönetim,” “birileri bizimle mi oynuyor,” "Yani yönetimdeki, büyüklerimiz aralarında mahsuscuktan öyle mi yapıyorlar? :))))" sözlerinde kelimeler oynamıştır; açıklanmalı... “Harakiri” ne demek, istifa ve gitmek anlamında mı kullanılıyor? Semioloji güzel, tecüahülü arifane olarak da hoş ama artık kelimelerin de çıplak olması gerekli, sadece “kral çıplak” diye bağırmak yeterli değil... Bu arada polemik maçı sonucu: Odabaşı=1, Çiftçi=0) (M.Öztürk Vakası için Bkz: VistilefHaber)


İrfan Çiftçi yazıyor...

Film Sepetinden

“OYNAMAYA AZ KALDI ELLERİM NERDE?”
Aşilyus

Olacak iş değil, Sayın filozof Serdar Taşçı’nın bilumum büyüklerimizle birlikte biz paryalara da gönderdiği “Sokrates’e taş toplattıracak Senatör savunması” nı bizim dizi filmin bir bölümü sandım ve şöyle dursun dedim.

Ama sonra Sayın Senatör Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ ın “VistilefHukuk” sitesinde de olayın fotoğrafından “harakiri” sahnesini görünce yine bizim filme bir katkı olur diye kolaj sepetine atıyorum.

Ya da “birileri bizimle oyun mu oynuyor”. Sayın Senatör bendenizi “kelime oyunu” yapmakla itham ediyorlar. Yani yönetimdeki, büyüklerimiz aralarında mahsuscuktan öyle mi yapıyorlar? :)))) Bir yönetim, kendi kendisiyle aynada ancak böyle dalaşır. Mevcut yönetimdeki herkesin tek tek derhal bu durumu gözden geçirmesi, bütün okula ve kamuoyuna durumu ve neler olduğunu açıklaması gerekir.

Hem de yine müthiş bir tesadüf ki; bu okulda olduğunu yani varlığını ancak gazete manşetlerinden öğrenerek insanları keşfettiğimiz bir gün Fakülte yönetim kurulu üyesi ve okulun senatörü bile ve hala “devam yoklamasına” tabi tutuluyor. Büyük gözaltı mı yaşıyoruz neler oluyor? Eğer bu bir maskaralık değilse ne saçmalıktır. İnsanın aklına teşbihler şelalesi akıyor doğrusu.


Bu durumu esefle ve teessürle karşılıyorum ancak. Bin bir umutla bu okulu tercih listelerine yazıp bekleyen binlerce gencecik insan neler bekliyor? Bu yurdu, bu milleti, bu bayrağı (Bkz: Yukarıdaki fotoğraf), bu devleti sevmek demiyorum çünkü biz kimin neyi sevdiğini biliyoruz. Ama insanlar görevelerini yapmalılar. Yeni bir sezon için hazırlık yapılmalıdır. Birimleri yapılandırmak, ders programları ve yeni içerikler, çağdaş seçenekler hazırlamak yerine “bu yaz sıcağında” okuldan skandal ve harakiri sesleri yükseliyor. Ama böyle niyetleri ve idraki olmayan yönetim belki de en iyisini yapıyor yani bu işlerle alakası olmadığı için artık hangi filmdeydi “vazifemiz tepikte” miydi neydi (filmbilimci dostum Hikmet Bey aydınlaştırın lütfen) artık görevinin bittiğine inandığı veya “bu ırmak bataklık oldu artık yıkanmaz” diye idrak ettiği için mi kendi kendisini imha ediyor. İyi de ediyor, yakışıyor…

Ulu Tanrı, ruh sağlığımızı korusun…

Yüce devletimiz de bu çürük binayı değil ama buradaki “istikbalinin evlatlarını” düşünerek mülküne sahip çıksın artık…

İrfan ÇİFTÇİ, Öğretim Görevlisi

18 Ağustos 2005

BİR "MESAİ SAATİNE UY" UYARISI YAZISI ÜZERİNE...

(Editör'ün Notu: Veysel Batmaz'ın "mesai saatine uy" uyarısı yazısı üzerine Dekan'a verdiği cevap için mutlaka VistilefHukuk'u tıklayın...)


SERDAR TAŞÇI YAZIYOR....


Veysel Batmaz İletişim Fakültesinde Profesör, Halkla İlişkiler Bölümü yasal Bölüm Başkanı, Fakülte Kurulu ve Fakülte Yönetim Kurulu üyesi ve İstanbul Üniversitesi Senatörüdür. Bu statüdeki bir kişiye ‘mesai saatlerine uy’ gibi mesnetsiz bir yazı gönderilmesi hukuki olmadığı gibi, akademik geleneklere de aykırıdır ve şık da değildir, keyfidir. Hadi Serdar Taşçı’yı ezeyim deyip yıllardır sürekli ‘gözünün üstünde kaş var’ yazıları gönderiyor, defalarca hukuksuz soruşturmalar açıyorsunuz, bunu anlıyoruz…Bu fakültede hukuku, bilimi ve gerçek Atatürkçülüğü savunduğumuzu başta YÖK ve Rektörlük olmak üzere herkes biliyor. Ve tüm derdinizin bizi hukuku, bilimi ve Atatürkçülüğü savunmaktan vazgeçirmek olduğunu da herkes biliyor.

Bu fakültede hiç gelmeyen tam zamanlı öğretim elamanları var. Bu fakültede derslerine hiç gelmeyen öğretim görevlileri var. İlgili belgeler ve tutanaklar elimizdedir ve resmi makamlara ulaştırılmıştır. ÜDS’yi bile geçemeyenlerin yabancı dil yayınları göstermesi doğru mudur? Girmediğiniz, yapmadığınız derslerin paralarını yemeniz hak mıdır? Fakülte dergisinde yaptığınız hukuksuzlukların bilinmediğini mi sanıyorsunuz? Yayın komisyonundan geçmiş yazıları yayından çıkarıp, yerlerine komisyondan geçmemiş yazıları ben mi koydum? Fakültede olmayan kişileri master-doktora derslerinden Veysel Batmaz mı geçirdi? Elimde kalem ve yetki var deyip, hukuk devletinde her istediğinizi yazıp çizemezsiniz, bunun hukuki yaptırımları ve cezai sorumlulukları olduğunu ve olacağını unutmayın. Alemdaroğlu vakasını unutmayınız. Yetki yasadan alınır ve yasa ile sınırlıdır.

Burada herkes her istediğini yapamaz, yasalar ile bağlıdır herkes. Yasa ve hukuk bilmeyenler, hatta hukuka karşı olanlar bu durumun hala farkında değiller. Etik dersi verenler etiğin ne olduğunu öğrenecekler, basın özgürlüğü ve insan hakları merkezi gibi komisyonlarda olanlar özgürlüğün ve insan haklarının ne olduğunu öğrenecekler. Her şeyden önce bunlara kendileri uymayı bilecekler. Aksi halde, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler adama…

Hukuk usulüne göre, Hukuku bilmemek yasal ve cezai sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Zaten artık kimse biz hukuku bilmiyorduk diyemez, çünkü biz tüm hukuk kurallarını bilmeyenlere ve hukuk karşıtlarına anlatmış durumdayız. Bunları anlattıktan sonra, artık sorumlulukları oransal olarak artmış, hukuka uymayı seçmeyerek kötü niyetleri tescillenmiştir.

Veysel Batmaz’a gönderilen yazıyı garipsiyor, fakültemizde hukuku, bilimi ve gerçek Atatürkçülüğü hakim kılma çabamızın kesintiye uğratılamayacağını bildiriyorum. Atatürkçülük yasaya uymaktır. Biz yasaya uyuyoruz. Veysel Batmaz da, gördüğüm izlediğim kadarıyla yasaya uyuyor, yasayı savunuyor… Ayrıca Siyasal’dan eski hocamdır ve derslerini çok çok iyi yaptığını herkes bilir…

ÖRNEK OLAY: Geçen gün sayın Rektör, dekanın bana öngördüğü son haksızlığı iptal etti. Konu sınav gözetmenliğine girmediğim iddiası… Ben üç yıldır tüm sınav görevlerimi eksiksiz yaptım. Pek çok sınavda 3 kişi görevli iken tek kişi görev yaptım. Tüm belge ve tutanakları dekanlığa verdim. Geçenlerde doktora dersime denk gelen saatte dilekçe verdim ve Aslı Yapar’dan izin aldım, çünkü sınav görevlendirmesinin altında onun imzası vardı. Bir Perşembe günü izinli olduğum için sınava girmedim, ama dekan bunu fırsat bilip hakkımda hukuksuz bir soruşturma açtı. Ve olanca kişiyi, boşu boşuna meşgul etti. Kamu işlerinin devamını aksattı. Olaydaki ahlaki ve hukuki sorunlar şu idi:
1-Ben yıllardır bir çok sınava, 3-4 kişi görevli olduğumuz halde tek gözetmen girdim, sınava gelmeyenlere hiçbir yaptırım uygulandığını duymadım.
2-Ben izinli idim, dilekçe vermiştim.
3-Bununla da yetinmeyip Aslı Yapar’dan izin almıştım. Bu durumda izin verip yönetici sorumluluğuna yakışmayan biçimde verdiği iznin arkasında durmayan dekan yardımcısının benden özür dilemesi gerekiyor. Aslı hanım sizden izin aldım, bu soruşturma nedir dediğimde, ‘napalım serdar, dekan sana kafayı takmış biliyorsun’ cevabını almak içler acısıdır. Bu durumda istifa etmesi onurlu bir tavır olurdu. Yapmadı.
4- İzinli olup girmediğim ve bu bahane edilerek hakkımda soruşturma açılan sınavda, ne tesadüfse pek çok sınava girmeyen ve elimde belgeleri olan, dekanın pek çok lisans ve doktora dersini veren Candan arkadaşımız da bu sınav gözetmenliği görevinde yoktu. Onun ayrıcalığı nedir, diye sorma hakkım var? Ayrıca bu sevgili Candan’ın bir değil iki değil, ektiği sınavların sayısı belli değil, sadece ben de üç-dört sınava girmediğine ilişkin belge var. Arkadaşlık, kayırma bir yere kadar, hukuku zedelediğiniz anda çıngar çıkar…Candanın doktora yükümlülüğü yok ve verdiği resmi ders yokken ve fakültede dolaşırken sınavlara girmemesi açıkça kayırmadır ve bunun hiçbir mazereti olamaz. Sınav tutanaklarını herkese gösterebilirim. Candan’ın her konuda yaptığı gibi, bunda da ‘yanlış anladın serdar’ demesi benim için sürpriz olmaz. Biz yanlış anlamıyoruz Candanı; hukuksuzluğa ve adam kayırmaya kayıtsız kalamıyoruz. Yarın sizin başınıza da geldiğinde ne dediğimi belki anlarsın. Alemdaroğlu’nu hatırlayın, hukuk istiyorum diye haykırıyordu en son. Arkadaş diyoruz ama hukuksuzluğa iş vardığı an da bu arkadaşlık zedeleniyor açıkçası.
5-Ben izinliyim, sınav görevinde yokum diye ‘Serdar Taşçı’ya haddini bildirin’ diyen Serra Görpe beni şikayet dilekçesi veriyor dekanlığa… Dekan da buna dayanarak hukuksuz soruşturma açıyor. Hukuksuz soruşturma komisyonu tayin ediyor. Hukuksuz kararlar aldırıp onaylıyor ve bu kararları her defasında olduğu gibi Rektörlük yine reddediyor… reddetti..
SÖZE GEREK VAR MI BİLEMİYORUM, İŞTE İLETİŞİM FAKÜLTESİNİ SEVDİĞİNİ SÖYLEYEN İNSANLARIN YAPTIKLARI ÇOK SAYIDA HUKUKSUZLUKTAN SADECE BİR ÖRNEK…

Serdar Taşçı

16 Ağustos 2005

17 AĞUSTOS'UNUZ ELEMLİ OLSUN !


BURASI NERESİ?

Bir kaç saat sonra bir 17 Ağustos daha yaşanacak; medyanın, iletişim fükültelerinin pespayeliği ile pespayeleşmiş “ah vah” edebiyatı, “hazırlanmadılar, her şey eksik” diyerek kestirmeden atıp tutmaları; belediyenin “hazırladık” palavraları ve devletin tipik vurdumduymazlığı ile, bir 17 Ağustos günü daha yaşayacağız. Oysa, Türkiye o ünlü 17 Ağustos’a kadar nice 17 Ağustoslar yaşamıştı; Erzincan’da, Van’da, Varto’da, Gediz’de ama oraları İstanbul değildi. Gürültüsü bu kadar büyük olmadı; vayvelası arşı âlada akis bulmadı...

Evet, burası da İstanbul Üniversitesi değil. Burası, kavruk İletişim Fakültesi...
Yöneticilik basiretsizliği ile iyice kavruklaştırılan bir Okul; hızla meslek yüksek okulu mertebesine ulaşmaya çabalayan bir okul. Peki, bu Okul 17 Ağustoslara hazır mı? Değil. Prof. Dr. Tankut Centel Vekil Rektör iken bir grup arkadaş tarafından, “deprem için tedbir alınsın” konulu dilekçemiz sanki İktisat Ek Bina için verilmiş gibi, orası Estrogon Kalesine dönüştürüldü; bizimle alay edercesine, hızla ve beceriklilikle, sanki, “deprem olsan vız gelir” misali... Burası İstanbul Üniversitesi olsaydı İktisat Fakültesi gibi olurdu... Ama belli ki değil. Okulun açılmasını mı bekliyorlar? Bizim yöneticiler nerede? Yönetim Kurulu, bu işler içindir, hani gündem maddesi? Nerede o astığı kestik; asamadığına estik yöneticiler? Kendilerine yönetici sıfatı bulabilecekler mi, bir 17 Ağustos yaşarsa ve yerle yeksan olan müfredatının yanısıra binası da çöküverirse, bu okulun?

Bu okulu kurtaracak çalışanları nerede?
Mesih mi bekliyorlar?
Devletten boşuna maaş mı cukalıyorlar?

17 Ağustos’unuz elemli olsun !


Prof. Dr. Veysel Batmaz

11 Ağustos 2005

İRFAN ÇİFTÇİ BAKALIM NE KADAR BEKLEYECEK?

(Fotoğraf: Manuel ATM)

(Editörün SOS'u: Yoğunlaşan polemik trafiğini idare etmek giderek güçleşiyor. Bu arada, "Serdar Taşçı, müstearen Filozof, polemik iletisini aslında Vistilef'te okuyor olmamız gerekmez miydi?" sorunuza cevap şu: Serdar Taşçı'nın polemiklere katkı iletisi "haber değeri" taşıdığından VistilefHaber'de yayınlandı. Duyurulur; zannımızca tatmin de olmuşsunuzdur... Tıklayın, ne kadar haklı olduğumuzu görün.)




Battal Odabaşı İrfan Çiftçi'ye cevap veriyor:

Sayın Çiftçi,

En iyi savunma saldırıdır anlayışından vazgeçin. Önceki yazınızda yazdığınız şeyin doğru olduğundan eminseniz, benim öne sürdüğüm savları çürütün. Burası akademik bir yer ve burada bilimsel tartışmalar yapılır, yapılmalıdır. Öne sürülen her şey kanıtlanmak zorundadır. Böyle olduğu sürece bilimsel doğrular ortaya çıkar. Kendinizden eminseniz ispat edersiniz.
Başka yollara saparak, sözcük oyunları yaparak gerçeklerin üzerine Battan'iye örtemezsiniz. Yazınızda verdiğiniz 3 nolu dipnotu dikkatinize sunuyorum:

"Bu adamın cibiliyetinden ve bilimcsel kimliğinden gel de şüphe etme. Bir kere adı karışık ne olduğu belli olmuyo. Tür değildir Allah bilir, Kıbrıs şeyimize katılmadı, Ermeni gibi duruyor, zaten bizim batı tarkya seferimize de katılmadı, hiçbir farfarada da aramızda yoktu. Bunun söylediklerinden yedi düvel sittin sene, şüphe üstüne şüphe etsin.. kitapların yaksınlar, ulan zaten o vs vs… diye yazsan 10 sayfadan çok sürüp Şekerkız Sandi’nin arasına girmiş Battan filmi gibi çekiymez olacaktı. artık Üstat zıvanadan çıkıp ve ölçüyü kaçırıp iyice coz vaziyette şansen ve bizzat düştüğü hususi dipnotu artık insiyatif kullanarak kesiyorum, yeterince bilimsel bir şekilde aydınlandınız zaten. Ki sizde altyapı var bu işin konferanslarından yetiştiniz…"

Kendinden emin olmayanlar öncelikle karşısındaki muhatabının Türk'lüğünden kuşku duyar. Argümanlarından biri budur. Yazdıklarını yakarak düşüncelerini yokedeceğini sanır.
Bu da ikinci argümandır. Uzak ve yakın tarihe bakıldığında bunun örnekleri görülebilir.
Sivas'ta kurulan Türk Cumhuriyeti kendini her zaman savunacaktır. Buna Kıbrıs da dahildir.
Bir de anlaşılır Türkçe kullanmak Türk dilinin gelişmesi açısından bize düşen bir görevdir.

Yrd. Doç. Dr. Battal Odabaşı

Kim bu, "Faisal Bin Acıtmadanhiçbiryeregirmez?"

(Editörün Önemli Notu: Bir alttaki Hikmet Kırık'ın İrfan Çiftçi'ye polemiğinin sol tarafında yer alan, Doğramacı'nın fotoğrafı bulunan gazete küpürü fotoğrafı, o habere yanlışlıkla girmiştir. O gazete küpürü fotoğrafı, şu anda okuyacağnız, gaybeten gelen, müstearen yazılan ve üzerine üstlük, ne olduğu da tarafımızdan pek anlaşılamamış ileti'ye aittir. Hikmet Bey'den ve izleyicilerden ve hâttâ, okur-yazmazlardan özür diler, beyan ederiz. Dolayısıyla, bu ileti'ye sizleri fazla yormamak için, merakınıza mucip olacak bir fotoğraf kullanmıyoruz. Yine de alttaki fotoğrafı merak ettiyseniz, o İrfan Çiftçi'nin Kandil Tebriki. Sadece iletilerin yerlerini değiştirerek okuyun o kadar...)

İŞLER KARIŞTI, BU PEK KOMPLEX SİTUASYONU NASIL ÇÖZECEGİZ, EYY FİLAZOF, OF ULAN OF, SOFİ-SUFİ-GAYRİ SUFLİ: “Bir kördüğüm ki iç-DURUM, çözdükçe dolaşıyor...” (Aşık Veysel) “Sen yanmasan, ben yanmayayım da kim yanarsa yansın, biz yanmasak, nasıl oluşur bu şeffaflık” (Nazım Hikmet’e Nazire); RÖNTGEN işte burada lazım... Teşhisde arda kalmak, morte!


Rivayeti pek muhtelif, derler ki, İletişim Fakültesi Radyo’su’nun başını Cerrahîpasha’dan bir Radyo-log’a veren Avam-a Muktedir Alimderzade’den sonra Yeg’ane Safari döneminde, hemi de, Giftos Karpantiyan’dan günümüze beri rönt-egeni çekülmemiştir bu Muhaberat-ül Mekte(u)b-i Müderrishane’nin... Cemaatün berileri ve birileri zart zort sesler-ü arşı âlâya salarken, bir Tedrisat Müderrisi zat’ü şaheneyi bildik biri, rontgen diye gâvur mucidlerinin icadlarından şeffaf resmi, vücudun batinîyetinin içre girerek çekmeye muktedir ve demek olan bir aleti kullanarak, ki yabanıl bir Müderris’in ismidir aslen, çüküvermiştir bu resmi, kabak gibi.

Patırdı bundan kopar, rivayet aslen ve bizatihî tetebbüyat edilince hakiki tavarih olduğu şerh edilmek lazımdır. Nereye mi? Aklınızın orta ucuna... Uçuna... anladınız mı, ucuna...

Çekülür, çekülür, ü’lü olanı daha iyi çekülür bu mekt-ebin müdderisat ve tedrisat vaziyet’ü avamı ve de ahval-ü-umumisinin filmi; Kutsaltahta halt eder... senaryo sağlam, oyuncular fevkâlade, daha ne işersiniz bu yaraya, bu mutlu ve kutlu Regaip gününde. Eyy zındık ve arkadaşını muhakemeye tevdi eden sufli... Kandiliniz mübarek ola...

Mide-ris ve Neşrüyat Başı
Faisal Bin Acıtmadanhiçbiryeregirmez

CEVAP... CEVAP... İŞTE CEVAP...

İŞTE CEVAP, İŞTE POL-E-MİK

Siz ne cabbar Cevval bir hemşerimizmişsiniz. İrfan bey. Ne denir ki artık: Size şehrin altın anahtarını ve dahi Radyo telefisyon bölümünün fahri dekanlığını (aslını ben veremem olsa valla tükkan senin) Yani Veysel Bey'in yazınızın girişine düştüğü anons dibaçesinde söylediklerinde yerden göğe kadar haklı (bu arada kendisi de editoryal mediatörlüğü ile cihana nam salacak ve dahi külli interenet gazatesi patronları kapısına yatacaklar): Ben sarı hapı (yooksa mavi mi kırmızımıydı) yuttum uyumak istiyom insanlar röntgen çekiyo; film çekiyo ben de ya sabır çekiyom, kıskançlığımdan yok röntgen çekilmez yok, yok filim yapılmazzz diyorum.
Yapıldı mı bak ne güzel oluyor. Bu fakülte de cevherler olduğunu cümle alem gördü: Teori ve Pratik böle olur. Teknolojiyse teknolji, Editörlükse editörlük; Yönetmekse Yönetmek: Veysel beyin kitaplarında yazdıkları medya öle olmaz böle olur'un pratiği; Öte yandan İrfa bey kültürler arası iletişim dersinde başka şeylerin yanında kendi senaryosunu da keyz sutudi olarak ele alabilir.
Ben nediyorum allasen, Uzun yaz gecesi Rüyasının en en heyecanlı, iç gıcıklayıcı, ve en tatlı bölümüne geldik. kimse beni kulağıma bağırarak, tokmakla başıma vurarak ya da öperek uyandırmaya yeltenmesin fena oluruz. 64. bölümü seyretmeden şurdan şuraya GİTMEMMMMMMM
Hikmet Kırık

RİCAT DEĞİL, HÜCUM İÇİN BEKLEMEKMİŞ MEĞER...

(Fotoğraf: Prof. Dr. Veysel Batmaz ve hemen (fotoğrafın sağ, VB'nin sol) yanında, Aktüel ve Tempo dahil, Blue-Jean ve diğer bir çok bol tirajlı derginin kurucu editörü, Türkiye'nin en iyi dergi genel yayın yönetmeni Yetkin İşçen, en iyi Ordu ve savaş muhabiri Tuncer Bahçıvan'ın Afganistan görmüş objektifine gülümsüyor...

Yoksa, Veysel Batmaz, objektife değil de, başkalarına mı kıs kıs gülüyor? Bu resim batinî'ye mi; yoksa, zahirî'ye mi işret ve işaret ediyor????)

Vistilef vistilef olalı böyle yazı görmedi...
Bu yazı canlı... film gibi; yazı değil adeta bir film (Rd-TV Bölümü bu pespayelikle zor çeker böyle filmi), okunmuyor, doyasıya yaşanıyor sanki....

Polemikçilerin babası,
İrfan Çiftçi yazıyor... (İmlaya dokunmadan gönderildiği gibi yayınlanmıştır.)

Tekmili birden, izahlı, şerhli şen ve şakrak….
Edep Ya Hu veyahut Davar-oloji Bastı Nörüyon Abdurrahman Çelebi


SENATÖR VE EDİTÖRÜMLE DAYANIŞMA İÇİN, “RÖNTGEN ÇEKİLEMEZ” DİYEN KISKANÇ HİKMET BEY’e KARŞI 8 BOYUTLU BİLİMSEL SİNEMA FİLMİ ÇEKTİM, YAYINLIYORUM!!!

NOT: Bu film tamamen bilimsel gerçek olup, hayal mahsülü veya fantezi mamülü hiçbir sinemasal parça yoktur.[1] Senetör, yüksek konsul tutanaklarını açıklayıncaya kadar heyecan duyan vistilef okur-yazmazlarına ikramımızdır.

Ayarlarınızla oynamayın içinden kuzu çıkar mee yapabilirse, yaparJ))))Memununiyet ve taktirlerinizi hususi olarak daha önce olduğu gibi mailime veya msg ile telefonuma şikayetlerinizi Sayın Prof. Veysel BATMAZ’ a, senaryoya ilişkin eleştirilerinizi ve aklınıza takılan bilumum bilimsel itirazlarınızı ve bu bahane ile bilimsel hıncınızı da olayın bilimcilik boyutunun mes’ul, mağrur, malum gazisi ve dahi sinema bilimi (-bölümü dersem bölücülük olur mu diye akademik bir kuşkumun kuşunu henüz uçuramadığımdan-) sinema bilimi dedim, ama pek de fena ve bilimselsi oldu yani:J)) Doç.. Dr. Hikmet KIRIK’ a bildirin lütfen..:))))
İyi seyirler…

Madem öyle gelin böyle !!! Senetör Radyologsa ben de Çaytarkovsfellaniyim


Fragman…..69,
Sahne…… 11
Durum…..çok ciddi,



Hülasası :

Aynen Bizans düşerken hani Türkün topları surları dövmekte ve leventler bıyıklarını burkarak ve salınayak şehirde endam etmekte iken; Sarayburnu mevkiinde dizilmiş bir alay üryan Rahibe “ay artık çok sıkıldık, ya menopoza girelim veyahut kız kulesine yüzelim kızlaaarr” diye âla mütalaa ve münaşakalarla günlerini gün demlerini devran halimizi püryan ettikleri gibi ve hala Aya’nın Sofisinde kulaklarımızı yırtan ne ve na-hoş sâdâlar bıraktıklarının tıpkısı yani….


Bu “sanatsal ürün” : )))) Sinema Bölümü-Anafilim-İkifilm-Birkilim veya nebilim dallarının hiç çekimlememiş film kollarının birindeki sayın Hoca Hikmetzade Bey’in içindeki sofistike çabalarının bir gün infilak etmesinin neticesinde ortaya çıkan infial hadiselerinin bir cüzinden fakir-i pür taksir ve şahül maharrir olan bendenizedeki ilhamın şerhinden zuhur etmiş ve sizlere nakledilmiştir.

Zat-ı muhterem Hikmetzade Beyimiz, hissen ve kalben ait olduğu vatanına bağlandığı kalbiyle kendisini aynı zamanda efkarı umumiyeye memur hisseden ve bu sahada bir garip şeklide bulunmuştu. Kendileri tahsil ettikleri ilimler yanında yani, kamusal alanı arşınlayan siyasi felsefenin doçenti değil meğer bir stenografmış hafızayı beşeriyle.
Ünlü ve önemli insanların vecizeleri bir vakanüvis titizliği ile nakşeder onun etrafına da geyik göbeği derisinden tezhip yaparmış. (Bu fakir de merakını yenemeden bu tümcenin arasına bir altyazı olarak sıkıştırıyor: acep bizim de o varak-ı zerreye işlenmiş bir kelamımız var mıdır acep? deyü) Hekmetzade Beyefendi vistilef mecrayı medyasında dercedilen bir ünlü makalatında hayatın, hayvanatın ve insanatın afkâr-ı umumiyesi( maalesef kamusal alan deyollar) üzerinde yüksek görüşlerini serdeder iken “tabi ki efendim bu dünya öküzün boynuzu üzerinde değildir başlıklı hoşpongar nazariyesi” ni yıllarca beyin zonklatarak[2] yanlışlığını ispat etmiş, efendim ispat ne demek bu gafil ve cahil fikriyatı yerle bir etmişti.

Fekat ne muazzam bilimsel titizlik, ne ala-vala kürsüler hijyenik, akademya cif cifli adeta. Çünkü tam olarak alimimizin görüşü şuydu “ Efendim Zahiumunt Bağban’ın veya Bağyan’ın (bu arada da kendilerini -sayın bilimsel sefadaki Hikmetzade beyin kendilerini kastediyoruz tabi- gıcık tuttuğu için her ne karın ağrısıysa diye de bir dipnot düştüler yani) [3]dediği gibi “Dünya öküzün boynuzunun üzerinde değildir” bu nazariye külliyen yanlıştır ve batıldır, bunu ifade eden de inanan da savunan da gafil ve sefildir, dünyanın haini usa nın eniştesi,bilmem kimin de damadıdır”…vs…vb artık fren tutmuyor ve kesiyorum, kastim ”[4] diye celallenip şir-i ali gibi gürleyip ve aksini aklından bile geçiren var mı heeyt…. leydi end centiller deyip kımızını yudumlamıştı…diyelim…(veya sigarasından bir nefes de alabilir, ben böylesini yakıştırıyorum, demokratik katılımcı sinema sanatımızın gereği veya sonucu –her heyse- :)) bu filmdeki bilimsel görüşler sabit kalmak ve budunbilimsel terimlerin hijyeni kontrol edilmek(bu da ab şartı) kaydıyla-çünkü onlar bilimsel-diğer bütün figürler değişebilir. Tabi bazıları bilime değil de filime kendini kaptırabilir ama bu da biraz sonra açıklanacak olan, “her koyunun yoğurda nasıl bir metotoloji ile ve hangi biçemde yaklaşacağı” bigger theory sinin neticesidir.tabi sinemada böyle adrenalin ve şeker olunca kebaplar helva …fındık fıstık da eziyetten kurtuluyor değil mi sayın seyirciler )uyanık ve sevgilisiyle bulaşacak seyirciler buradan çıkıp gerisini kendisi de kurabilir diye düşünebilir, ama bizimkinin kalitesini zor tutar…:)))

İçtiği kımızın da kendisine verdiği cesaret ve cevvaliyetle etraftan tecessüsle bakarak gözleriyle adeta aman hocaam, boynuzunda değilse dünya öküzün neresinde, diye sorduğunu varsaydığı saba-yı melikeye dönerek davudi ve kadircan sesiyle “tamam, pek tabi söyleyeceğim…only for you…diyerek “ evet açıklıyorum ve sözlerimi altın harflerle ışındatıyorum ki “dünya öküzün boynuzunun üzerinde değil ucundadır artık, çünkü bu küre döne döne artık ucuna gelmiş ve öyle kala kalmıştır”. İşte olay budur.

Buna tabi sola olarak saba melikesinin tepkisi “ayyy gerçekten mi,” ne kadar da romantik demiş ve bütün hazirun da hep bir ağızdan ve hep beraber bu veciz-i vitre koro halinde eşlik etmiştir…
Devamen ve tekraren Hikmetzade Hocabeyefendi : “Buna da ayy takviminde post-minderizm sebep olmuştur. Yani yine baltayı istemeden sallayacağım, (çünkü yedim maltayı sallayacağım baltayı diye de alt yazı ve aranağme olarak da espiri yapıp konuyu biraz lütfederek dağıtıp yumuşattıktan sonra”) “Mayk Lui Hani’yin dediği gibi bütün bunların neticey-i kebirinde evren bir (ünlü Keldani vidanjör ve Nasturi arkeolog Nastasrettin Tutti-si “alem bir göl oldu, çubuğu sok mayayı çal diyor ya) little village deil, cennete dönmüştür. Kurtla kuzu keçiyle-koç, ayıyla-dayı, sazan ve yazan, konuşan ve susan vs vb hepsi artık cem olmuştur.
Bütün bunlar da iyidir. Merak etmeyin arkadaşlar, en fazla bunlardan dolayı kıyamet kopar. Diye sözlerini bitirecekken, dinleyiciler arasındaki yüksek konsüllerin zemmedici ve tacizkâr bakışları altında ezilen Hikmetzade Bey, derhal görüşlerinde cevval bir tevil yolu açtı: “Efendim, sayın konsüller, lordlar, senetörler,…(gibi uzunca yüksek tabakayı ifade eden sıfatları eksiz 61 madde olarak sıraladı.)

Yani böyle bir karışımdan bi cacık olmaz diye bana bakmayın. En çok kıyamet kopar bundan. Ama sizler işinizi bilirsiniz. Alemin iddiasını ve çağın formülünü açıklıyorum..Haydi hep beraber evraka diyelim :::: Çünkü “her koyunun yoğurt yiyişi farklıdır”. Bunu da ben söylemiyorum. O söylüyor oooo. Yani çok ünlü filan falan feşmekan (burada da Hikmetzade Bey, tamı tamına 123 tane ünvanı eksiksiz ve tam tekmil sıralayarak ve gerekli jestleri ve vurguyu yaparak sıralamıştır)[5] bizzat Karstilyaylada amfirik yaraştırma ile mg/Fh/cb/km/m2/khz cinslerinden ölçmüştür.” Deyince işte o gün danaların kuyruğu ve anaların feryadı koptu.Ortalık tuz ve buz kesilmişti bu ilmin Anrişmettayn mc keresinden daha büyük şokunu yiyenler mal bulmuş mağribi gibi “hah işte bulduk, evraka, yallah, hadi kızlar, gel la, ay off gibi nidalarla” çıkış o çıkış ilmin komuna girip davarolojiyi fikretmeye başladılar. İşte bu ilim hurucuyla bütün ayan abad oldu. “Her koyunun yoğurt yiyişi farklıdır” veciz-i şerifinin telakkisinden ol harab-ı saray öyle bir terakki etti ki ; bizansta tufan uzaklarda hazan meyyus oldular.

Bu gelgit kadar haşin davaroloji ilimleri silsilesi böyle doğdu ve bilimsel bilimsel bilimler fışkırdı her yerden. Artık bilimler şelale…Bizim filozof da mağdure edilmiş pişiklerin nalınlarına Hiyeroglif yazıtıyla imbilim metinleri çakıyor…
O da bir garip. (Neyse bu başka sahnede portre olarak var)

Sonunda işte Hikmetbeyzade’nin kendi iddialarını isbat için sadece ismi değil cismi de hikmetler saçan zatın vecizesi bir bilimsel düstur veya dinsel nas olarak algılandığı için böyle keçibilim, tekebilim, angoraloji/veya yerel deyimiyle ğoç ğaytarın çepişbilim, koyunoloji, koçbilimsel söylemler, dıbıroloji gibi sahay-ı sahraların seli bastı her yanımızı. Bu tabii afetin sebebi Hikmetzade bey, “imdü ürek yırtulur/kederlenme vaktidir. Sürüleriniz akıyor, alem camdan size bakıyor. Nerde kama, nerde yama, yine cam cama, cam cama…” gibi olaylar yüzünden veya film icabı(kafaya göre) hüzünlenir filmin bu sahnesinde ve Hilmi Bey’in mısralarını mırıldanır “Hüzün ki en çok yakışandır bize / belki de en çok anladığımız”…Şiirin ağır havasıyla veya rüzgarıyla kadınların (çok veya bir) lepiska saçları dalgalanır ve yüzü belirirken saçlarının rüzgarı yaprak yığınlarını uçurur. Uçuşan yaprakların altından sahne lappadanak ortaya çıkar. Konsollar eriyerek ham plastik haline gelmiş ve salça olmuş selülozla karışarak kaybolmuştur, ince bir sigara dumanı yükselmektedir…
Bu sahne “huma kuşi yökeklerden seslener” duyulunca hemen bitiyor ve bu kez koridorun dibindeki boşluktan dünyaya doğru yürüyen Cohen uzun bir şarkı söylüyor..Çok uzun…Senetör belgelerin ışığıyla karanlık koridoru aydınlatıncaya kadar Cohen, şarkıları bitince de ceza ikramiyesi olarak Teoman aynı yerde Orhan Kıral la rekor denemesine başlayabilir..
Değişik 861 sahne ve fragmandan hangisinin montajlanacağı senetörün ses tonu ve fotoğrafıyla uyumlu olacaktır. Olmalı mıdır? Hadi seyirciyle de bir mini referandum/pardon anket çalışması yapalım bu arada…
Devamı çok daha neler var neler…64.bölümde…

İrfan Çiftçi

NOTLAR:
[1] Gereksinim duyumsandıkça dikpotalar aktarılmaktadır metin içinde…
[2] [2](Türkemenlerin dediği gibi değil, o terimi bu filme almıyorum. Kapasama alanına bile giremiyor. Hem zaten mübarek günlere girerken ağzımıza hülhül sürmeyelim. Öte yandan da Türkmen budunları proto-turko olduğu için bu budunların zoolojik bağlamda bızırcılıkla/bağurcukla olan eytişimsel ilişkisi günümüzde medikal bir mevzu olup sinematografik bir cazibesi bulunmamaktadır, hele Tintotra Basybars’tan sonra hükümsüzdürler. Ünlü yönetmen olay-film örgüsünü şöyle açıklıyor : meğer ki bir tek sahnede eğer şecaat arzeden kıptiyos kendisini anlambilimsel olarak imha etmişse bir daha çözmeye ne hacet, artık sahneden aut diyor:))) Bkz. Ünlü Budunbulumci Ort.Prof. Jonh Sahih Hamza DİKER “Cenupta Oymak Oymak Oymaklar, Oymaklar Toynaklarını Yumaktalar, Vol:72, s.23
[3] Bu adamın cibiliyetinden ve bilimcsel kimliğinden gel de şüphe etme. Bir kere adı karışık ne olduğu belli olmuyo. Tür değildir Allah bilir, Kıbrıs şeyimize katılmadı, Ermeni gibi duruyor, zaten bizim batı tarkya seferimize de katılmadı, hiçbir farfarada da aramızda yoktu. Bunun söylediklerinden yedi düvel sittin sene, şüphe üstüne şüphe etsin.. kitapların yaksınlar, ulan zaten o vs vs… diye yazsan 10 sayfadan çok sürüp Şekerkız Sandi’nin arasına girmiş Battan filmi gibi çekiymez olacaktı. artık Üstat zıvanadan çıkıp ve ölçüyü kaçırıp iyice coz vaziyette şansen ve bizzat düştüğü hususi dipnotu artık insiyatif kullanarak kesiyorum, yeterince bilimsel bir şekilde aydınlandınız zaten. Ki sizde altyapı var bu işin konferanslarından yetiştiniz…
[4] Bu işin asıl kahramanı benim, ben yaptım, ben kestim.yani ŞMİÇ ben
[5] Vistilef arşiv, yıl 1 sayı XXL!L hk serisi ½ konstaniyye, m ö 2005 s.1

10 Ağustos 2005

İKİNCİ RİCAT: İRFAN ÇİFTÇİ SALDIRILARA CEVAP VERMİYOR...


Siz bakmayın AA1'in "bilmiyorum" demediği halde polemik yap(a)mamasına; belki de bilmiyordur, ne yapsın? Bu fotoğrafın batınî bir tarafı mı var, yoksa her şey sadece göründüğü gibi mi? Polemik her an tetikte olmak; bilimsel öğütücünün acılı, sarsıcı ve yorucu girdabında uyuya kalmamaktır. Polemikte sûkut, altın değil; ricat ve mağlubiyettir. Eğlenceye paydos dedik; polemiğe değil...

09 Ağustos 2005

VİSTİLEF E-POSTA GRUBU ARŞİVİNDEN 1

Editörün Notu: Aşağıdaki yazı "vistilef e.grubu"na 6 ay önce gönderilmişti... "Vistilef e.grubu"na gönderilen ilk iletilerden biriydi. "Tarihi önemi" olduğundan yeniden yayınlıyoruz... "Gelenek nasıl oluşurmuşa" da bir örnek... Aynı zamanda hatırlayanlarınız hatırlar Karadavut müstear ismiyle de bir ileti gönderilmişti Vistilef e.grubu'na o zaman... O iletiyi de yayınlayacağız... O zamanlar Vistilef yayınlarından hiç biri yoktu... Ayrıca, 8 Ağustos 2005 tarihinde yapılan Fakülte Kurulu toplantısı için de "iyi bir hatırlatma... " Bu son toplantıda, bu yazıda yer alan bir çok konu Dekanlık tarafından yerine getirilmeye başlandı. Dekanlık artık hukuka uymayı öğreniyor... Yavaş da olsa, seve seve öğreniyor... Bu yazıda okuyacağınız her şey bu okulda oluşmaya başladı. Beş taş oynamıyoruz...Burası DEVLET okulu; devlet hepimizin... Devlet ancak hukukla var... Burası kimsenin çiftliği değil. Aksine inananlar "Yeni Dönemde" yasaya aykırı davrandıkları ölçüde cezalandırlacak. 8 Ağustos 2005 Fakülte Kurulu toplantısının da zaptını yakında yayınlayacağız... Kimseye karşı kişisel değiliz.

Bilime Karşı Bölüm Toplantısı’na Zeyl:
Ya da Çeçen ve Boşnak kültüründe işler nasıl olur’a Dibaçe

Prof. Dr. Veysel Batmaz
28 Şubat 2005 (Tarih ne kadar ironik değil mi?)

Öğretim üye ve elemanlarını tehdit eden sözler dinlemekten başka hiçbir işe yaramasa da bölüm çalışanlarının artık toplanıyor olması;

mesai saatlerinde Okul mekanında (nedendir bilinmez) bulunulmasını kontrol eden, İstanbul Üniversitesi’nin hiçbir Fakültesi ve biriminde olmayan imza ile denetlemenin kaldırıldığının duyurulması;

her ne demekse müfredat düzenlemesi yapılması için karakuşî ve sümmetedarik toplantılara heves edilmesi;

henüz akademik ve öğrenci sorunlarına eğilinmese de bazı sorunların tartışılıyor olması;

ve yasal olmadığı halde off (ne demekse, offf ulan offf mu demek acaba) vermenin kurallaştırılması...

Bunların hepsi güzel gelişmeler ancak YETERLİ ve YASAL değil. Hiç biri yasal değil. Bu konuya yazının ileriki satırlarında değineceğim; dört aydır Rektörlük’e ve Dekanlık’a verdiğim dilekçelerde de değiniyorum. Dileyen tam bir külliyatı bana uğrayıp elde edebilir.

Bu olumlu gelişmeleri, sadece, bana, Prof. Dr. Tankut Centel’e, Serdar Taşçı’ya ve Hikmet Kırık’a ve ismini vermek istemediğim bir iki meslektaşıma borçlu değilsiniz. Tam tersi, benim odama gelerek, ya da koridorlarda ya da telefon ederek, e.mail yollayarak desteklerini gönderen, tartışma, idari ve akademik huzur arayan otuz beşe yaklaşan arkadaşa da borçlusunuz. Eminim diğer otuz küsur arkadaşın kalpleri de bilimden, özgürlükten, güvenceden yana ama seslerini çıkartmamakta haklılar. Onların adına da buradayız. Bu Okul’dayız.

Özgürlükten, özlük haklarımızın kılına dokundurtmamaktan ve güvenceye sahip olmaktan, bilimden ve arkadaşça ama sert ve amansız eleştiriden yararlanacak olan, ayırım gözetmeksizin eskisi yenisi bütün arkadaşlarımızdır. Bu Okul’un bilimsel kalitesi yükselecektir. Bunu kimse engelleyemez. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde olmak bir ayrıcalık (imtiyaz) değil; bir güven ve onur olacaktır.

Okulda son iki haftadır yaşanan olumlu ama keyfi ve palyatif gelişmeleri mantıksal sonucuna tüm Okul’u vardıracak, onu bir Fakülte yapacak olan bu otuz beş kişidir. Vistilef’ten bahsetmiyorum. Vistilef, çaktırmadan-belli etmeden okuyanlarla birlikte 70 kişilik bir elektronik ileti grubudur. Vistilef’e üyelik bana destek demek değil; bir İletişim okulunda yok edilen iletişim kurma ihtiyacını karşılıyor sadece. Tamamıyla İstilef’i yok edenlere karşı kurulmuş bir sivil girişim. Ben Dekan olsam da, başkası Dekan olsa da artık gelişme tersine döndürülemez. Bu otuz beş kişinin dışında –şimdilik- kalanlar da, yeni dönemde bu Okul’un ayrılmaz bir parçası olarak bize katılacaklardır. Kucağımız çok büyük ve geniştir.

Bir Dekan’ın ayırım yaptığını itiraf etmesi ve bunu sonlandıracağını söylemesi GÜZEL ve olması gereken bir davranış ama GEÇ kalınmış bir davranıştır. Geç de olsa takdirim onunla. Ayırımcılık (discrimination) uluslararası hukukta ve bazı devletler hukukunda bir suçtur. Biz ayrımcı değildik; herkesle dialoğumuz var, kapımız açık, kimseyi dışlamadık. Ayrımcılık yaptıklarını itiraf edenlerin davranışlarını sona erdirmek istemelerini de kutluyoruz.

Çeçen ve Boşnak ruhu ve kültürünün ılıman, savaşımcı, acımasız, şefkâtli ama terbiye edici kültürünün sert yasalarının ne olduğunu tartışmak; Batı ile Doğu’nun sentezini yaratmak; Anadolulukla yapılaşan bir üst kimlik olarak Türk kültürünü Okul’da egemen kılmak... İşte bizim yasalar da bu. Öyle asıp savurup üst perdeden değil; "naçizane yasalar" bunlar ama acımasız yasalar. Naçizane ama naciz değil. Hukuksal ve akademik. Hem de Türkiye düzeyinin de üstünde akademik düzeye sahip YASALAR bunlar. YASAKLAR değil. Sadece Doğu kültürü diyerek ayırımcılık yapmak hiç değil. Bundan böyle, ben de Dekan olsam, başkası da, YASA egemen olacak; YASAK değil. (Bu arada daha önce gruba gönderdiğim iletilerden de anlayacağınız gibi, bu Okul’da Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi eksenli bir anabilimdalı kurmanın hazırlığı içindeyim. Güneş Dil Teorisi semiolojik bir teoridir. Çok iletişimseldir. Simge ve işaretten (sign and symbol) yola çıkarak Türkçe’nin kökenini araştırır. Bu konuda bilgi edinmek isteyen arkadaşlara üç kitap önerim var: Nurihan Fattah, Tanrıların ve Firavunların Dili, Selenge Yay., 2004 ve Olcas Süleymanov, Yazının Dili, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., 2001 ve Umberto Eco, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı, Afa Yay, 1995)

Ben bu Okul’da şimdiki Rektörümüz Prof. Dr. Mesut Parlak’ın engellendiğini; toplantı yaptırılmaması için engellenmeye yeltenildiğini (dört yıl kadar önce, bir önceki rektörlük seçim döneminde) gördüm. Nükhet Hanım, ben ve bazı arkadaşlar olmasaydı, şimdiki Rektörümüz dört yıl önce seçim konuşması bile yapamayacaktı bu Okul’da. Nitekim, Mesut Parlak Hocamızın zorla yapabildiği toplantıya, ben dahil sadece beş-altı kişi katılmıştı. Şu andaki Dekan o toplantıda yoktu. Tarih ne kadar ironik ve trajik.

Herkes kendine gelsin ve ne yaptığını bilsin... Atıp tutma ile olmaz. Burası hukuksal bir kurum; bilimsel bir yapı ve eleştirel; sert, haşin, terbiye edici eleştirel bir ortam. Kimse aklından bir dakika bile çıkartamaz bu üç boyutu: Hukuk, bilimsellik ve eleştirellik. Eleştirellik konusundaki Yargıtay kararlarını daha önce gruba gönderdim. Burası DEVLET’in okulu; o devlete de hepimiz sahibiz. O DEVLET’in bir kuruşunu boşuna harcatmayız; hiç kimse kendini benden ya da sizden fazla DEVLET’in sahibi ve koruyucusu sanmasın. Daha az sahibi veya koruyucusu olabilir ama daha fazlasını olamaz.

Şimdi gelelim mevzuumuza:

Serdar Taşçı’nın gruba gönderdiği aşağıdaki yazısı çok öğretici.

Bence Bölümlerin kuruluşu acilen tamamlanmalı, her kim olacaksa Bölüm Başkanlarının atanması yapılmalı (Bu konuda Yasa Dekan’a amir hüküm olarak yetki vermektedir);

Ana Bilim Dallarının 1995 modeline göre yapılandırılması sağlanmalı ve varolan akademik huzura, YASAL ve iDARİ huzurun eklenmesi ile bu Okul’un Fakülte olmasına hızla yönelmeli... ÇÜNKÜ ana bilim dallarının ve yasal bölüm başkanlarının olmadığı bir Fakülte teşkilatında, kurullar ve bölüm toplantıları yasal kararlar almaya uygun değil... Bunun yasal müeyideleri de başlayacak yakında. Bir de Serdar Taşçı da değinmiş. Doçentlik bilim alanları ile ana bilim dalları arasında hiçbir ilişki yok. Cahil cahil konuşulmasın. Kelimeleri bile farklı: bir alan diğeri dal.Anladınız mı, dal.... Burada hayatında hiç Yrd. Doç, ya da hatta üniversite doçenti olmamış profesörler var. Ana bilim dalları ile bilim alanı arasında ilişki yok demek ki, şu anda bu kişiler profesör.

Atamalarda ve unvan yükseltmelerde bilimsellikten başka hiçbir ölçüt olmayacak.

Dışarıdan ders verenlerin yerlerine hemen, bu dönem, Okul’un asal kadrosundaki arkadaşlar atanacak. Dışarıdaki medya, cahil; bilgisiz, tecrübesiz ve acınası. Onlardan bize fayda YOK.

Okul yayınlarının (Bilimsel Dergi, İletim, 4. Boyut, Internet sayfası, Rd-Tv yayınları) yayın kurulları hemen değiştirilecek. ÇÜNKÜ bugüne kadar düzeyleri çok düşük. İletim gazetesi Alemdaroğlu’nun borazanı gibi çalışmış; Dergi, istediğini yayınlamış, istemediğini ikiye bölmüş de yayınlamış, ya da yayınlamamış; içinde bir yığın kabul edilemez makale var; 4. Boyut’un da ne olduğu belli değil. Rd-Tv yayınlarının havadan yayını zaten yasak. Kapalı devre olabilir o da kalitesiz.

Okuldaki dört kulüp ve stüdyolar Dekanlıktan alınıp, Bölümlere devredilecek: Akademedya, Araştırma Ana Bilim Dalına; İletim ve Ajans Gazetecilik Bölümünde ilgili Bilim dallarına, İletişim Kulübü HIT’e; stüdyolar da RTV’ye. Bunlar zaten oradalar diye kimse lâf etmesin; çünkü değiller. Dekan’a hiçbir eğitim ve öğrenim birimi ve kulüpler bağlı olmayacak.

Akademik mesai (tez, makale, kitap yazma; sınavlara ve jürilere hazırlanma; araştırma yapma, ders verme, sınav kağıdı okuma, seminer ve konferanslara katılmak ve yazılı veya sözlü tartışmak) zamana ve mekâna bağlı değildir.

Şimdiki Dekan bir yerde çok yanılıyor; Fakülte’de birlik beraberlik olmaz. Bu nokta onun en çok yanıldığı nokta. Biz bir huruç harekatına giren bindirilmiş kıt’alar değiliz. Burası kışla değil. Fakülte’de aykırılık, ayrışma, farklılık, tezat ve tartışma olur. Ziya Paşa’nın o beyti ne güzeldir: Barikayı Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar. Türkçesi, aydınlığın kıvılcımı fikirlerin çarpışmasından doğar. Fakülte haşin, sert, acımasız eleştiri ve öğrenim yeridir. Kant’ın Fakülteler Çatışması adındaki makalesi de Eleştirel Üniversite’nin ilk kıvılcımlarından biridir. Birbirimize benzemeyeceğiz; farklılıklarımızla mükemmele varacağız. Birlik olmamız şart değil zaten hukuksal ve kamusal olarak birliğiz ve bir aradayız. Bizi birbirimize bağlayan hukuk. Daha fazla birlik bir Fakülte’de gerekli de değil, yararlı da değil.

Üniversite adıyla tezat bir biçimde çeşitliliğin yeridir. Yani Diversite’dir.

Şimdiki Dekan dostumuzdur; arkadaşımızdır, keyfiyeten hoşgörülüdür ancak yeni döneme bizleri rencide etmeden intibak edemedi. Edemeyeceği de anlaşıldı. Görülüyor ki hâlâ bir tezvirat kampanyasından medet umuyor. Nedendir bilinmez? Onu bu Okulda en fazla ben destekledim. Ama 22 Eylül 2004 günü de bir mektup yazarak (aynı mektup Edibe Sözen ve Nurdoğan Rigel’e de verilmiştir) Alemdaroğlu dönemi sonrasında onun başkanlığında hep birlikte ne yapacağımızı bir sohbet toplantısında tartışalım önerisi getirdim. Karşılığında Yönetim Kurulu’nda hakarete uğradım. Bu kabul edilemez bir durumdur. Tarafımdan kabul de edilmedi.

Benim Senatör seçilmem yasal değildir. Kendi ret oyuma karşın Senatör seçildim. Senatörlüğün icabeti, idare dışında, idarenin yaptıklarını Üniversite’ye bildirmek ve Üniversite’de olan biteni Fakültedeki her düzey arkadaşa bildirmektir. Bunun için oda toplantıları yaptım ve Vistilef’i kurdum. Bu çalışmalara devam edeceğim.

Şeffaf olacağız; YASA amir hüküm olarak Yönetim Kurulu’nun okul bütçesini hazırlayacağını söylüyor. Dekan’a güvenimiz tamdı. Bu güne kadar bu konuları bu nedenle gündeme getirmedim. Ama bundan sonra YASA ne diyorsa o OLACAK.

Ben de olsam, başkası da, YASA’ya göre Dekan olan kişi sadece ve sadece TEMSİLCİ, DENETLEYİCİ/GÖZETMEN/EŞGÜDÜMCÜ ve KURUL KARARLARINI UYGULAYAN bir kişidir. Bundan başka görevi yoktur. YÖNETİCİ değildir. Dilerseniz yasayı okuyun ve öğrenin. Türk kamu hukukunda denetlemekle, eşgüdümcülükle, kurul kararlarını uygulamakla ve temsilcilikle görevlendirilmiş kişi yöneticilik yapamaz.

Fransız Devrimi’nin şiarı EŞİTLİK, DAYANIŞMA, ÖZGÜRLÜK idi. Bizim Okul’un şiarı ise HUKUKSALLIK, BİLİMSELLİK ve ELEŞTİRELLİK olacaktır.

İronik bir tarih oldu bu yazının Vistilefte yayınlanması. 28 Şubat belki de en fazla hasarını İletişim Fakültesi’nde yaptı; ben bu Okul’da 28 Şubatı devam ettirmek isteyenlere de uğurlar olsun diyorum.

Yeni dönemde herkesi kutluyorum.

Şimdi Serdar’ın öğretici yazısını bir daha okuyalım:

25.02.2005 Cuma günü yani dün, Gazetecilik Bölümü, bölümün tüm hocaları iştirak etmese bile (Bölümümüzden Yönetim Kurulu üyeleri Prof. Dr. Edibe Sözen ve Prof. Dr. Nurdoğan Rigel katılmadılar; Prof. Dr. Veysel Batmaz da HIT toplantısına, bölümlerin yasal statüsü yasa dışı olduğundan, bana katılmadığını ve bun bir dilekçe ile Dekanlığa bildirdiğini söyledi), dekanın çağrısıyla toplandı. Bu toplantı, iki yılı aşkındır görev yaptığım bölümde rastladığım ilk toplantı idi. İki yılı aşkındır çalıştığım bölümle ilgili duyurularda ve imza çizelgelerinde, hukuka aykırı biçimde hala ismi bulundurulmayan biri olarak toplantıya katıldım, toplantıda yapılan bilim-dışı sataşmalara hiç cevap verme gereği duymadım. Kamu yararını düşünen bir kamu görevlisi olarak, eleştiri hakkımı, en geniş kamusal olan, internet üzerimden kullanmayı yeğledim. Bu mesajları, dekanın dediği gibi ‘‘terbiyesiz internet mesajları’’ olarak da algılamıyorum. Bu ifadelerin; benim, Veysel Batmaz’ın ve Hikmet Kırık’ın yazıları için söylendiği aşikardır. Ben, kamu yararı ve fakülte çıkarı için hukuku, bilimsel standartları ve nesnelliği savunmanın bir terbiyesizlik olduğunu ilk defa duydum ve çok şaşırdım.

Toplantıda dekanın tüm konuşmalarını hayretler içinde kalarak not ettim. Bir üniversitede ve bilim kurumunda yapılmaması gereken ve bilimle uzaktan yakından alakası olmayan nutukları not etmek, sıkıcı oldu. Bu sıkıcılık üzerine, bir de polemiğe girip, hukuktan, bilimden ve nesnellikten bahsedip sözüm ona ‘‘terbiyesizlik yapmak’’ istemedim. Şimdi ise biraz bilimden, hukuktan ve nesnellikten bahsetmek istedim, yani ‘‘terbiyesizlik yapacağım!’’ Oysa, beni herkes çok terbiyeli biri olarak bilir ve bunu yüzüme de söylerler.

Parantez içlerindeki bold/koyu yazılar doğrudan aktarmadır, sonraki ifadeler benim yorum ve eleştirilerimdir:

1: Dekan diyor ki: ‘‘Ayrımcılığa dur diyoruz. Fakültemizin kimliği ve bütünlüğü ile oynatmayacağız.’’
Ayrımcılığa dur demek, şimdiye kadarki ayrımcılığın kabulüdür. Ayrımcılık açıktır ve kamuda suçtur. Fakültenin olmayan bütünlüğü de korunamaz.

2: Dekan diyor ki: ‘‘Şimdiye kadar hoşgörülü oldum, bundan sonra böyle olmayacak. Bu insanlarla dekan olarak değil, S.G. olarak uğraşacağım.’’
Bir bölüm toplantısında, akademik işlerin konuşulması gereken bir yerde, bu tarz söylemler gerçekten çok hatalıdır. Kamu yöneticileri, çalışanlarına karşı kişisel husumet güdemez ve bundan kaynaklanan tehditvari laflar edemezler. Bir Üstün Altına kişisel husumet duyması ve bunu ifade etmesi Türk Ceza Kanunu kapsamına giren ciddi ve ağırlaştırılmış bir suçtur. Bilmeyenler açıp kanunu okuyabilirler. Bu uğraşmanın kapsamını hiç merak etmiyorum.

3: Dekan diyor ki: ‘‘Dürüst olduğumuza inanıyoruz.’’
Acaba dürüstlüğün tarifi mi değişti, diye düşünmüyor değilim hani. Dürüstlük şunlar ise, ben dürüst olmadığımı peşinen kabule hazırım: Dürüstlük: Hukuku hiçe sayma, bilimsel standartları önemsememe, her keyfi ve nesnel olmayan davranışı makamdan güç alarak yapma ve sonra çıkıp ‘ahlak hocalığı’ taslama, sözler verip tutmama, yasal olmayan ve kılıfına uydurulmuş, pardon yeterince uydurulamamış soruşturma ve tehditlerinde bulunma, açma; görevini kişisel husumete yöneltme, okulda görevli bir akademik personelin her tür özlük haklarıyla, sanki o okulda yokmuş gibi oynama, onu bölüm listesinden hukuka aykırı olarak çıkartma, silme; kamu görevini yapmasını böylece engellemeye çalışma. Tüm bunları ve fakülte yönetimin dürüst olmadığını, her an ve herkese açık mekanlarda resmi belgelerle ispatlayabilirim. Gerekirse hukuksuzluğu ve dürüst olunmadığını açıkça ispat eden bu resmi belgeleri, tarayıp hem internet ortamında burada yayınlarım, hem de fotokopi yaparak hepinize dağıtırım. Dekan da bu durumun ve yaptıkları çok sayıda hukuksuzlukların gayet iyi farkındadır.

4: Dekan diyor ki: ‘‘Bilmek önemli değil, insan olmak önemli.’’
Burası üniversite ve burada bilmek önemli. Üniversitenin kreşler ve yardım vakıflarıyla farkını anlamış değiller. Burası Sevgi Dostları Derneği değil. Cemaat değil. Herkesin insanlığı kendine. İnsanlı, okula kendi aldığı asistana, mesnetsiz soruşturma açmak mı? Hukuku hiçe saymak, hukuka karşı hile yapmak mı insanlık? Onu bunu Van’a, Erzurum’a gönderirim seni haa, demek mi? Doçentlik kadrosunu üç yıl bekletip, sonra lütuf gibi vermek mi? Bir profesöre, terbiyesiz adam diye bağırmak mı? İnsan olmak bilmekle başlar.

5: Dekan diyor ki: ‘‘Birisi felsefeden bahsediyor, Kant falan diyor, kitaplar yayınlayıp çeviriler yapıyor. Bunları yapıyor olması, bacak bacak üstüne atıp öğrencileri hor görmesini gerektirmez.’’ Bu anlatılan kişi ben oluyorum galiba. Ama yanlış bir yorum, ben öğrencilerin hakkını savunuyorum, hem de fakülte yönetimine rağmen. Onlara saatlerce vakit harcayıp BİLİM anlatıyorum, hem de odanın basılıp ‘yallah yallah’ denerek çocukların kovulmasını göze alarak bunu yapıyorum. Bu başımıza çok geldi. Okuldan çok şikayetçiler, kimi dersleri boş geçiyor, kimileri ise çok yetersiz. Bu fakülteyi ne umutlarla girdiklerini ama artık hayal kırıklığı içinde olduklarını her gün duymayanınız yoktur. Geçen bir sınavda çocuklar diyor ki: Hocam bu ders hiç yapılmadı, hoca son ders geldi, on-on beş sayfalık bir kitap fotokopisi verdi ve gitti! Bu kimi öğrencilerin hoşuma gidiyor, çünkü yapılmayan dersten kolay geçiyorlar. Anlaşılan fakülte yönetimi öğrencileri bu anlamda çok seviyor. Öğrenci psikolojisi durumun ne kadar vahim olduğunu er geç anlıyor. Bazen de sınavda görevliyken görüyorum-duyuyorum; öyle acayip kişiler geliyor ki salona, meğer o dersin hocasıymış! Bu adam ne diyor, nasıl ders veriyor, hangi bilim kapasitesiyle bir fakültede öğrenci okutuyor şaşırıyorum. Ders notları görüyorum sınav anında, şöyle bir göz atıyorum ayak üstü, ne diyeyim içler acısı: güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum! ‘Dürüst’ yönetim, bir zahmet bu çocukları daha fazla zehirlenmekten kurtarın. Bilim ve eğitim günü kurtarma işi değildir. Ne olduğu belirsiz anketlerle memnuniyet ölçmek değildir bilim.

6: Dekan diyor ki: ‘‘Hayat geçip gidiyor. Her an her şey olabilir. Her an herkes ölebilir. Ölüm her an gelebilir. Bir yerde yürürken aniden araba çarpabilir, kafanıza bir yerden taş düşüp ölebilirsiniz. Doğu kültürünün yasalarında bu böyledir.’’
Ben doğuyu çok iyi bilirim, filozofisinden yemeklerine kadar. Doğu Karadeniz’denim. İsterlerse DOĞU’yu tartışırız. Ama ben bu doğunun sert yasalarına karşı batının hafif rüzgarlarını anımsatmak isterim. Umarım bu hava değişikliği birilerini üşütmez. Yani bir bilim kurumunda bunlar konuşulacak şeyler değil, hem bunları herkes biliyor. Dileğim hiçbirimizin başına böyle şeyler gelmesin, kafamıza taş düşmesin, araba çarpmasın!

7: Dekan diyor ki: ‘‘Kimde bilgisayar yok’’
Bu çok garip bir şey, kimde ne var ne yok bunu herkes biliyor, yönetim ise çok daha iyi biliyor. Böyle formalite şeyleri yutan arkadaşlar da ben de bu yok şu yok diye atlayıveriyorlar hemen. Böyle şeyleri dekanın sorması garip, zaten adil ve nesnel olunmadığını herkes biliyor. O yüzden ben, şuyum yok buyum yok demeyi gerekli bulmadım. Çünkü HİÇBİR ŞEYİM YOK. Klimalı, Pentium bilmem kaçlı, yazıcılı arkadaşlara da özendiğim yok. Hatta onlara, birer adet NOTE-BOOK verilmesini sevinçle karşılarım. Chat-çetciler için birer adet webcam olsa ne de iyi olur!

8: Dekan diyor ki: ‘‘Fakülte Dergimizi beğenmeyenler, yetersiz bulanlar var ama YÖK tarafından kabul edilen bir dergi.’’
Ben dergiyi yetersiz-ötesi, yandaş-puan deposu olarak görüyorum ve bu derginin çıkmasının kamu yararı içermediği gerekçesiyle durdurulmasının lüzumunu savunuyorum. Bilmem kim kişi, bilmem hangi unvana atanacak ve başka yerde yazı yayınlatamıyor diye dergi çıkarılamaz. Burası kamudur ve özel amaçlar bu kadar aleni biçimde doyurulamaz.

9: Dekan diyor ki: ‘‘İki tane uluslararası seminer yapıyoruz.’’
Bu seminerler akla ziyan şeyler. Dergi için söylediklerim bu konu için de aynen geçerli. Daha fazlasını bilen biliyor, bilmeyen de bilmemeye devam etsin. Kendi aralarında uluslararası seminerde, uluslararası bilim yapsınlar!

10: Dekan diyor ki: ‘‘Bu binayı taşıyacağım.’’
Müteahhitlik devri kapanıp bilim devri açılmalıdır. Öncelik bu olmalı. Binanın çürük olduğu muhakkak, taşınmalı tabii, ben de bu konuda gerekli girişimleri yapıyorum. Başbakan, Bakan, Müsteşar ve Defterdar tanıyan hocalarım da. Ben de epey siyasi tanırım. Çok etkili siyasi bir ailenin çocuğuyum ve gerekmediği zaman bu ilişkilerimi kullanmam ama okul için kullanacağım. Burası onun bunun değil tüm milletin, hepimizin yeri, yuvası. Burası buradaki her çalışan için YUVA haline dönüşür. Sadece onun bunun yuvası olmaz.

11: Dekan diyor ki: ‘‘Bilmeden etmeden kapatılan bilim dalları hakkında yazıyorlar, bunlar Doçentlik başvurularına uygun olmadıkları için kapatıldı.’’
Yasa gayet açık, bu bilim dalları ile doçentlik bağlantısı yok. Üniversitelerarası Kurul’un bir YÖNERGE olarak çıkarttığı kısa adıyla Doçentlik Yönergesi’nde yer alan bilim alanı ile Yüksek Öğrenim Yasası ve Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmenliği’nde yer alan Ana Bilim Dalı ve Bilim Dalı kavramları ve olguları farklı şeydir. Bilim alanı genel bir tanımlamadır. Ana Bilim Dalı ve Bilim Dalı ise HUKUKİ bir idare teşkilat birimidir. Bir fakülte; bölüm ve ana bilim dallarından oluşmalıdır. Kanunun amir hükmüdür bu. Fakültenin teşkilatı Bölüm ve Anabilim dalı yoksa kanunen sakattır. Bu hükmü çiğneyenler yasa dışı iş yapmaktadırlar. Bu yapılanmanın doçentlikle alakası yoktur. Doçenlik başvurusu üniversite dışından da yapılabildiği için, bölüm yada ana bilim dalı değil, bilim alanı esasına göre yapılır. Farklı bölüm ya da bilim dalları bir bilim alanına ya da diğerine ait olabilir. Her şeyden önce kim karıştırıyorsa alan ile dal’ı, artık karıştırmasın.

12: Dekan diyor ki: ‘‘Bu hafta Cuma genel bir toplantı yapacağız, saatini sonra bildiririz.’’
Ben diyorum ki, yönetim demokratik bir ortam sağlasın ve herkes eteğindeki taşları döksün, kaçak güreşmek ve hukuku aldatmak olmasın. Kimse kimseye hakaret etmeden, gerekirse sertçe, bilim adamlarına yakışır biçimde konuşalım. Ben bu toplantıya tüm hocalarımın ve meslekdaşlarımın katılmasını isterim. Bence artık Okul’un dinamiğinin harekete geçirilmesi lâzım. Bizim uğraşlarımızla oldu bu olumlu gelişmeler, meyvasını herkes yesin.